29 Ocak 2014 Çarşamba

http://harunyahya.co/allahin-sizin-icin-yarattigi-surpriz-guzellikleri/

Allah’ın sizin için yarattığı sürpriz güzellikleri fark edebiliyor musunuz?…

Pek çok insana sorulacak olunsa, ‘dünya hayatı’ hakkında söyleyecekleri sözlerin aşağı yukarı aynı olduğu görülür. Genelde çoğu kimse, hayatı belirli bir monotonluk içerisinde tasvir eder. Yaşamın, rutin gelişmelerden ve klasik beklentilerden ibaret olduğunu söyler. Nitekim kendi yaşamlarına bakış açıları da, aynı bu anlattıkları gibidir. Yaşadıkları eksikliklere de, güzelliklere de alışkanlık gözüyle bakar; iyi ya da kötü olsun, hemen herşeye hızla uyum sağlarlar. Hayatlarına giren güzellikler, yenilikler ya da iyilikler karşısındaki heyecanlarını adeta yitirmiş gibidirler. Tüm bunları, hayatın doğal akışı içerisinde, zaten olması gereken, sıradan gelişmeler olarak nitelendirirler. Bu nedenle de, bunlardaki olağanüstülükleri ve sıradışı güzellikleri farkedemezler.
Allah bu kimselerin durumunu bir ayette şöyle haber vermiştir:

 İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

Allah, kendileri için yaratılan onlarca güzelliğe, iyiliğe, neşe ve sevinç verici olaya, ülfet ve gafletle bakan ve bunlardan etkilenmeyen kimseler için ahirette güzellikten bir eser olmayacağını bildirmiştir.
Müminlerin dünya hayatına bakış açıları ise, olaylara adeta bir uyku perdesinin ardından bakan bu insanlarınkinden tamamen farklıdır. İman edenler için 'dünya hayatı, her saniyesi birbirinden detaylı sürprizlerle, iyiliklerle, güzellikle, hayır ve hikmetlerle dolu bir yaşamdır. Allah'ın sonsuz güzel ahlakının ve eşsiz üstünlükteki sıfatlarının tecellilerinin hayatın her yanını sarmış olması, müminlerin, her anlarını derin bir heyecan ve coşku içerisinde yaşamalarına neden olur. Her an, Allah'ın kendileri için yarattığı bir başka güzelliği fark etmenin, Allah'ın rahmetinin tecellilerini görmenin neşesini ve sevincini tadarlar.
Allahın sizin için yarattığı sürpriz güzellikleri fark edebiliyor musunuz?...Bu, iman etmeyenlerin hiç bilmedikleri ve mahrum oldukları çok büyük bir dünya nimetidir. Allah her an, insan için, ancak akılla, imanla ve vicdanla fark edilebilecek birbirinden güzel ve detaylı sürpriz güzellikler yaratır. Ancak iman gözüyle bakan kimselerin görebileceği bu olaylar ile, Allah kullarına sıcak ve yakın takibini hissettirir. Bu yakınlığı hissetmek, mümin için çok büyük bir haz ve büyük bir lütuftur. Bazen insanın aklından geçen küçük, günlük ve sıradan gibi görünen bir olayın gerçekleşmesi; bazen dua ile istediği bir güzelliği, hiç tahmin edemeyeceği şekilde karşısında bulması; bazen güzel tevafuklarla karşılaşması, insan için çok büyük bir nimet, tefekkür ve Allah'a yakınlaşma vesileleridir.
Allah Kuran ile, insanlar üzerindeki sonsuz rahmetini; iman edenlerin mutlak dostu ve yardımcısı olduğunu; ve samimi duaya kesin olarak karşılık vereceğini kullarına bildirmiştir. Dolayısıyla inanan bir kimse, zaten hayatı boyunca Allah'ın kendisi için yarattığı rahmet tecellilerinin daimi olarak şuurundadır. Sıkıntı ya da zorluklarla bile karşılaşsa, tüm bunların kendisi için özel yaratılan güzellikler olduğunu bilir. Ancak Allah, bu konuda bu kadar kesin ve sağlam bir inanca sahip olan bir kimsenin dahi ülfetini kıracak, onu hayrete düşürecek ve şahit olduğu olağanüstü yaratılış karşısında büyük bir iman coşkusuna kapılmasını sağlayacak özel tevafuklar, güzellikler ve detaylar yaratır. Mümin, bu olayların her birinde, Allah'ın sonsuz rahmetinin, sonsuz sevgisinin, kullarına olan yakınlığının ve sıcak bağlantısının tecellilerini görmenin verdiği derin heyecan ve hazları tadar. Tüm ruhu ve bedeni, Allah aşkı, Allah sevgisi ve tutkusu ile kaplanır. Allah'ın sonsuz kudretini, Rabbimiz'in herşeye Kadir, sonsuz seven ve sonsuz merhametli olduğunun tecellilerini gördükçe, Allah'a olan olan yakini daha da artar.
Fakat müminin böyle bir iman coşkusu yaşaması için, illaki çok büyük olaylara şahit olmasına ya da çok benzersiz nimetlerle karşılaşmasına gerek yoktur. Bazen çok sıradan, ama çok arzulanan bir şeyin, tam akıldan geçtiği anda kişinin karşısına çıkması; bazen merak ettiği bir konunun cevabının, tam o anda kendisine duyurulması ya da bir an için canının çektiği bir yiyeceğin dahi hiç umulmadık şekilde kendisine ikram edilmesi gibi, küçük ve önemsiz görünen olaylar da gerçekleşebilir. Olayların kendisi belki ehemmiyetsizdir; ancak yaratılan bu tevafukların mümin için taşıdığı mana çok büyüktür. Tüm bunlar, Allah'ın sonsuz hakimiyetinin, sonsuz şefkatinin, her an kullarıyla birlikte olan, herşeyi gören, herşeyi bilen ve duyan olduğunun birer tecellisidir. Ve bu detayların her biri Allah'ın, Kendisi’ni çok büyük bir aşk ve tutkuyla seven kullarına olan yakınlığını onlara hissettirmek için yarattığı sürpriz güzelliklerdir. Ve işte bu büyük gerçeğe şahit olmak da, müminler için çok derin heyecan oluşturan ve çok yakin artıran vesilelerdir.

 Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

    24 Ocak 2014 Cuma

    BU DÜNYADA NEDEN VARIZ?

    Bu dünyada neden varız?

    Bizden ne isteniyor?

    Nereye gidiyoruz?

    Buraya cennetten geldik inşaAllah? Çünkü babamız dediğimiz Hz. Adem (as) cennetten bu dünyaya, cennetin lezzetini daha keskin almak için gönderildi. İmtihan denilen şey; kurs bir anlamda. Yani tatbikat mı diyelim. Burada hoşumuza gitmeyen pek çok kurs göreceğiz ki, cennetin lezzeti anlaşılsın. Bu gözle görülen her olay inanan için dert değil deva olarak görülür.

     Allah’ın varlığına ve birliğine inanan herkes cennetle müjdelenmiştir. Sadece bizden bu dünyaya gönderildiğimiz, bu kadar güzel nimetlerle donatıldığımız ve gideceğimiz sonsuz güzellik yurdu cennet için teşekkür isteniyor. Bize yiyecek sunan ya da ikramda bulunan bir insana teşekkür ederken, ikramın gerçek sahibini görmezden gelmek olacak şey değildir. Çok da kolay; sadece yaşadığının farkında olmak, yaşattırıldığının farkında olmak. Dünya hayatının bize sunduklarına aldanmayıp, gereği gibi mutlu, neşeli, iyi insan olarak yaşayıp, güzel ahlakla yaratıcıya kavuşmak.

    Elbette bizi bu dünyaya gönderip, çeşitli, sayamayacağımız nimetleri misafirhane misali var eden, muhakkak ki daha güzelini hazırlamış, karşılamak için bizi bekliyor. Çünkü bu sözleri dahi düşündürüp kağıda döken aklı veren, elbette ki akıldan geçenleri ve geçiremeyeceğimiz güzellikleri vermeye kâdirdir.

       Öyleyse bu Yüce Varlık kimdir? Acaba bize anlatıldığı gibi midir? Bu dünyayı sevgi üzerine yaratan asla anlatılanlar gibi yanlış eksik değil, güzellik, sevgi, neşe, huzur içinde yaşamamızı isteyen bir zat olmalı tabii. O zatı da en doğru kaynaktan öğrenmektir insandan istenen. İnsanların ne dediği değil Yaratıcının ne dediği doğru olandır. Ve dikkat edilirse asla mutsuz edecek, ümitsizliğe sürükleyecek bir bilgi bulunmaz. Şu muhteşem dünyayı birde yaratıcının gözüyle, ve doğru şekilde inceleyelim. Ve tüm dünya aynı ve yanlış fikirlerle bir yöne gitse, tek kişi de kalsak diğer yöne yani doğru yöne gitmekten asla vazgeçmeyeceğiz.

    Kişi kendi olmak istiyorsa eğer, ona insanlarca gösterilen yöne değil, ona hayat verenin dilediği yöne yürümek, hem kendine güven hem de sonsuz güzellik yurdunu kazandırır. 

    Akıllı insan, aklı vereni merak eder ve istenen güzellikleri yerine getirir. Birilerinin cebine koyup aklımızı, “o ne derse doğrudur” mantığını bir kenara kaymak gerekiyor. Her kişiye gereken aklı, Yaratıcı vermiş ve her kişinin kendi aklından sorumlu olduğunu söylemiştir.

    Yıllarca eğitim görüp, onlarca kitabı okuyan beyinler, en doğru bilgiden yoksun bırakılmış olabilir. Öğrendiği tüm ilim dallarının Allah’ın yarattığı birer fen ilmi olduğunu bilmesi bile çok büyük bir bilgidir.

    İnsan sevdiğine kıyabilir mi? Allah da bizi sevdi ki bu dünyayla tanıştırdı.  Belli ki daha güzel bir dünya hazırlıyor. Biz de hazırlıksız olmamak için gideceğimiz yer hakkında bilgi edinelim. İnsan tatile giderken bile broşürleriyle gideceği mekanı, manzarayı tanıyıp, kullanabileceği eşyaları hazırlar. Bu dünya misafirhanesine davet edildik, “razıyız” dedik. Biz de ev sahibine gereken nezaketi gösterelim.

    Bu kadar sanatlı dünya, bu kadar sanatlı bedenimiz elbette farkına varıp ince ince düşünüp izlemekle anlaşılabilir. Sanat varsa sanatçı da vardır. Öyleyse ince sanatı derleyen Yüce yaratıcı kendisi nasıl güzeldir?

    İnsan sevmek için tanımak ister. Bilgiyi doğru kaynaklardan öğrenmek çok önemli. Eğer kişi doğruya ulaşmak isterse Allah ona doğruyu yanlışı ayıracak üstün aklı verir. Sağlam olmak, azimli olmak için kişinin doğru kaynaktan kendi edindiği bilgiler çok önemlidir. Bir de doğruyu buldu mu artık, onu inşaAllah kimse durduramaz. Ve tüm doğru yolları ona açar hiç şüphemiz olmasın.

    Sabır, gayret ve azim çok önemlidir. Azimle hırsı karıştırmamak lazım. Hırs hızlı gelir daha bir hızla gider. Ama azim insanı sonunda en doğru, en mutlu, en huzurlu yola ulaştırır. Çünkü uğurda görülecek acı gibi görünen olaylar vazgeçmeyi değil, daha sağlam olarak davaya sarılmayı sağlar.

    Sözün özü ise, bu dünyaya geleceğimizi bilmiyorduk, getirildik. Sürprizlerle dolu hayat yaşıyoruz. Rahat ve huzurlu olmanın tek yolu bize yaşattırılan hayattan razı olmak. O zaman acı gibi görünenler olgunlaşma vesilesi olarak görülür. Olgun olmayan hiçbir şey dikkat çekmez ve lezzetsizdir. Yaşlanmak değil, olgun olmak önemlidir. İnsanı insan yapan vasıfları bilmek yeterlidir inşaAllah. Bununda kaynağı hepimizce malum…


    23 Ocak 2014 Perşembe

    CENNET MUHABBETİ

      Sevginiz Allah’a. Allah imandan kaynaklanan bir muhabbet meydana getiriyor. Cennet muhabbeti, inşaAllah. Cennette de birbirimize baktığımızda müthiş heyecan duyacağız, çok şiddetli zevk alacağız. Allah yaratıyor. Vildanlara, hurilere, gılmanlara bakacağız, kardeşlerimize bakacağız, Allah’ın yarattığı hayvanlara, bitkilere bakacağız muazzam heyecan duyacağız. Allah’ın yarattığı oradaki müzik nefesimizi kesecek. Orada ağaçlar bile dans ediyorlar müzik eşliğinde. “Ağaçlar dans eder diyor bir rivayette. Dallarıyla falan kimbilir nasıl oynuyorlardır, maşaAllah. (ADNAN OKTAR)

    GÜZEL OLMAK


    “KADININ GÜZEL OLMASI YETMEZ. İMANLA GÜZEL OLMASI GEREKİYOR. ALLAH’A İNANACAK, İMAN EDECEK, SONRA ALLAH’TAN KORKACAK, ALLAH’I ÇOK SEVECEK Kİ GÜZEL OLSUN. YOKSA GÜZEL OLAMAZ.”

    ALLAH'IN RIZASINI KAZANAN İNSAN DÜNYADAKİ EN BÜYÜK ZEVKİ KAZANMIŞTIR




    Allah’ı Anmak En Büyük İbadettir

    Dünyada yaşayan tüm insanların yapmaları gereken en önemli ibadetlerinden biri Allah’ı anmaktır. Allah bu durumu kullarına Ankebut Suresi’nin 45. ayetinde şöyle bildirmektedir:


    “ … Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir.”

    İman eden insanlar, Kuran’da Allah’ın bildirdiği bu gerçeği bildikleri için hayatlarının tamamını Allah’ı anarak geçirme gayreti içerisinde olurlar.

    “Kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.” (Haşr Suresi, 19)

    İnsanın, Allah’ı anmada gösterdiği gevşeklik, O’na olan yakınlığını azaltır. Din ahlakını yaşamayan insanlar Allah’ı hiç anmadıkları, günlerce akıllarına bile getirmedikleri için helal-haram demeden günahın her türlüsünü işlemeyi, Allah’ın emirlerine riayet etmemeyi bir yaşam biçimi haline getirmişlerdir.

    Müminler ise gerek sözleriyle gerekse zihinlerinden geçirdikleri düşünceleriyle hayatlarının her anında Allah’ı anıp zikrederler. İnsanın kimi zaman gafletle Allah’ı aklından çıkarması, imanlı bir kişinin dahi istemeden de olsa çeşitli hata ve günahları işlemesine sebep olabilir. Çünkü Allah’tan gafil olarak geçirilen bir süre içinde, insanın olayları doğru algılayıp değerlendirmesinde bozukluk olacaktır. Dahası iyiyi kötüden ayırt etmesinde, hareket, davranış ve konuşmalarında Kuran’ın sınırlarını gözetecek bir bilinci korumasında önemli aksaklıklar meydana gelir.

    ALLAH'IN YARATTIĞINI BİZ PASİF OLARAK İZLİYORUZ

    ZAMANI ALLAH BİR ALGI, BİR İNANÇ OLARAK YARATMIŞTIR. BÜTÜN ALGILARI DA İNSAN İÇİN ALLAH YARATMIŞ VE BİTİRMİŞTİR. BİZ DE ONUN PASİF İZLEYİCİSİ OLMUŞ OLUYORUZ. BU DA İNSANIN HİÇ BİR GÜCÜ OLMADIĞINI GÖSTERİYOR. "İNSAN RUHUN İÇİNDE HİÇLİKTİR. RUHUN ESİRİDİR. RUH NE DERSE ONU YAPAR. ALLAH'IN YARATTIĞINI BİZ PASİF OLARAK İZLİYORUZ SADECE, HİÇ BİR GÜCÜMÜZ YOK." ELHAMDÜLİLLAH.
    BU DA BİZE ALLAH'IN VARLIĞINI, SONSUZ GÜCÜNÜ İSPATLIYOR İNŞAALLAH. BUNU BİLEN İNSAN TESLİM OLAN İNSAN DA MÜSLÜMAN OLUYOR İNŞAALLAH. ALLAH'IN BİZDEN İSTEDİĞİ BU. BUNUN FARKINDA OLMAMIZI İSTİYOR.
    O ZAMAN ALLAH'IN SONSUZ GÜÇ SAHİBİ OLDUĞUNU, KENDİNİN HİÇ OLDUĞUNU BİLEN İNSAN TAM KAMİL İMANA ERİŞİYOR İNŞAALLAH. O ZAMAN NE ÜZÜLÜYOR OLAYLAR KARŞISINDA, NE SIKILIYOR. ALLAH'IN KADERİNE RAZI OLUYOR.
    ALLAH MUTLAKA HER OLAYI HAYIR ÜZERE YARATIYOR İNŞAALLAH. KİŞİ ALLAH'A TESLİM OLMUŞ OLUYOR. ALLAH'IN BİZDEN İSTEDİĞİ BU.

    SAMİMİYET BİR DUADIR,

    SAMİMİYET BİR DUADIR, SÜREKLİ SAMİMİ OLMAK BİR İBADETTİR. MÜHİM BİR İBADETTİR SAMİMİYET. NAMAZ 15 DAKİKA SÜRDÜĞÜNÜ FARZEDELİM, SAMİMİYET SABAHTAN AKŞAMA KADAR DEVAM EDEN BİR İBADETTİR. SÜREKLİ DİRİ OLARAK TUTULMASI LAZIM. ALLAH "ANCAK SAMİMİ OLAN KULLARIM KURTULUR" DİYOR. BU DURUMDA SAMİMİYETİN ANA KONU HALİNE GETİRİLMESİ GEREKİYOR İBADET OLARAK. SAMİMİYET SIK SIK HATIRLANMASI GEREKİYOR, UNUTULURSA GİDER. HER 10-15 DAKİKADA KENDİNE GELMESİ GEREKİR. BİR ZİKİRDİR BİR NEVİ. ALLAH'I ZİKREDEREK SAMİMİYET DEVAM EDİYOR. Sn. Adnan Oktar


    22 Ocak 2014 Çarşamba

    DÜNYA KUTLU MİSAFİRİNİ KARŞILAMAYA HAZIRLANIYOR



    Kuran'da, Hz. İsa'nın ölmediği bildirilmekte ve yeniden dünyaya döneceğine işaret edilmektedir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ise, Hz. İsa'nın dünyanın son dönemlerinde mucizevi bir biçimde yeryüzüne döneceğini, Hıristiyanları ve Müslümanları ortak bir din ve ahlakta birleştirerek yeryüzüne barış, adalet ve mutluluk getireceğini çok detaylı olarak haber vermiştir.

    Ahir zamanın en büyük olaylarından biri, kuşkusuz Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesidir. Bu, pek çok sahih (güvenilir) hadiste haber verilen bir vaattir. Hadislerin bildirdiğine göre, ölmemiş bir halde göğe yükseltilen Hz. İsa, ahir zamanda yeryüzüne inecek, Hz. Mehdi ile birleşecek ve onunla beraber Mesih-i Deccal'e karşı savaşıp onu mağlup edip öldürecektir. Bediüzzaman'ın dediği gibi pek çok istidraci (saptırıcı) özelliklere ve yeteneklere sahip olan Mesih-i Deccal'i mağlup edebilecek olan yegane insan, büyük mucizelerin sahibi olan gerçek Mesih Hz. İsa'dır.

    Hz. İsa'nın dönüşü konusunda, Kuran'da da oldukça belirgin açıklamalar vardır. Hz. İsa ile ilgili bazı ayetler, onun ahir zamandaki dönüşüyle ilgili çok önemli bilgiler verir. Bu ayetler şu şekildedir:
    Allah Nisa Suresi'nde şu şekilde bildirmiştir:

    "(Bir de) İnkara sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri ve: "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (İsrailoğullarını lanetledik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisa Suresi, 156–158)

    Ayetlerde birbiri ardına çok önemli bilgiler verilmektedir. Öncelikle; Yahudilerin kışkırtmaları sonucunda Romalılar tarafından çarmıha gerilen kişi, Hıristiyan ve Yahudilerin sandıklarının aksine, Hz. İsa değildir. Romalılar ve onları kışkırtan Yahudiler Hz. İsa'yı hedeflemişlerdir. Ancak Allah, Kuran'da onun yerine başkasının gösterildiğini bildirmiştir. Hadislerde de Hz. İsa yerine onu ihbar eden Yuda İskaryot'un çarmıha gerildiğinden bahsedilmektedir. Sonuç olarak Hz. İsa kesinlikle öldürülmemiş ve canlı olarak Allah Katına yükseltilmiştir.

    Hz. İsa'nın "vefat ettiği"ni haber veren Al-i İmran Suresi'nin 55. ayetinin de dikkatli incelenmesi gerekir. Al-i İmran Suresi'nin 55. ayetinde vefat ettirme konusu şu şekilde bildirilmiştir:

    "Allah demişti ki: 'Ey İsa, Ben seni vefat ettireceğim ve Kendime yükselteceğim..." (Al-i İmran Suresi, 55)

    Kuran'daki kullanılışıyla "vefat ettirmek", bildiğimiz biyolojik ölüm anlamına gelmemektedir. İki farklı ayette "vefat ettirmek", uyutmakla aynı anlamdadır:

    "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda. Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır." (Zuhruf Suresi, 42)

    Bu ayette ölüm için "mevt" ifadesi kullanılmaktadır. "Vefat ettirmek" (yeteveffa) ise kesin bir ölüm değildir; insanlar uyuduklarında da vefat ettirilmiş olurlar. "Sizi geceleyin öldüren ve gündüzün 'güç yetirip etkilemekte olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten O'dur" (En'am Suresi, 60) ayetinde de vefat ettirme (yeteveffa) fiili aynı anlamda kullanılır. Buradan şu sonuca varabiliriz: Kuran'da "vefat ettirme" ifadesi, biyolojik ölüm için değil, ruhun Allah Katına çekilerek bedenin uyku haline girmesi durumu için de kullanılmaktadır. Bu durum, muhtemelen Hz. İsa için de geçerlidir: Ruhu Allah Katına alınmış, bedeni de bir uyku hali içindedir. Ahir zamanda ise, insanın günlük uykusundan uyanması gibi -Ashab-ı Kehf'e benzer bir biçimde yeryüzüne dönecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

    Hz. İsa ile ilgili diğer bazı ayetler onun ikinci kez yeryüzüne ineceğine dair açık işaretler taşımaktadır.
    Al-i İmran Suresi'nin 35. ayeti bunların başında gelir:

    "Hani Allah, İsa'ya demişti ki: "Ey İsa, doğrusu senin hayatına Ben son vereceğim, seni Kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana'dır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim."

    Ayetteki "sana uyanları kıyamete kadar inkâra sapanların üstüne geçireceğim" ifadesi dikkat çekicidir. Hz. İsa hayatta iken ona uyanların sayısı çok azdı. Ve onun dünyadan ayrılmasının ardından da hızla dinde dejenerasyon başladı. Ayrıca havariler olarak tanınan insanlar, ciddi bir baskı altında yaşamak zorundaydılar. Sonraki iki yüzyıl boyunca da, Hz. İsa'ya iman edenler (İseviler) aynı baskılara maruz kaldılar; zira hiçbir siyasi güce sahip değillerdi. Bu durumda geçmişte yaşayan Hıristiyanların, inkar edenlere üstün geldiklerini ve bu ayetin onlara baktığını söyleyemeyiz. Daha sonrasına yani şu anda yaşayan Hıristiyanlara baktığımızda ise zaten Hıristiyanlığın özünün bozulduğunu, Hz. İsa'nın anlattığı hak dinden farklı bir din oluştuğunu görürüz. Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki sapkın inanç benimsenmiş ve teslis inancı (üçleme) (Allah'ı tenzih ederiz) kabul edilmiştir. Bu durumda günümüz Hıristiyanlarını da Hz. İsa'ya uyanlar olarak kabul edemeyiz.

    Bu durumda "sana uyanları kıyamete kadar inkara sapanların üstüne geçireceğim" ifadesi açık bir işaret taşımaktadır; yani Hz. İsa'ya ahir zamandaki dönüşü sırasında tabi olanların kıyamete kadar kafirlere üstün kılınması. Peygamberimiz (sav)'in hadisleri de bu yöndedir. Rivayetlere göre, Hz. İsa ve Hz. Mehdi birlikte Mesih-i Deccal'i mağlup ettikten sonra tüm dünyayı kapsayan bir İslam egemenliği kurulacak ve bu durum, kıyamete yakın imanın yeniden dejenere oluşuna kadar sürecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

    Hz. İsa'nın ikinci gelişi ile mutabık gözüken bir diğer ayet ise Nisa Suresi 159. ayettir:

    "Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o da onların üzerine şahit olacaktır."

    Ayette "ölmeden önce" ifadesi ile Hz. İsa'nın kastedildiği açıktır. Çünkü Kitap Ehlinden herkesin, Yahudiler dahil, ölmeden önce Hz. İsa'ya inanacak olmaları düşünülemez. Kitap Ehli olan Yahudiler, 2000 yıldır onu tanımamaktadırlar. Aslında teslisi kabul eden Hıristiyanların da gerçekte Hz. İsa'ya inandıklarını söyleyemeyiz; onlar Hz. İsa'nın tebliğ ettiği tevhid dinine değil, dejenere edilmiş bir şirk dinine bağlıdırlar. (Harun Yahya, Hazreti İsa Gelecek)

    Bu durumda, Hz. İsa'nın ölümünden önce tüm kitap ehlinin ona iman edeceğini bildiren bu ayet, ahir zamana yönelik açık bir işaret taşımaktadır. Çünkü Hz. İsa Allah Katına yükseltilmeden önce, ona yalnızca havariler inanmıştı; Yahudiler, yani tüm bir Kitap Ehli onu inkar etmişlerdi. Bu durumda ayetin işareti ile şu sonuca varabiliriz: Hz. İsa ahir zamanda yeryüzüne inecek ve bu kez tüm Kitap Ehli ona iman edecektir. Nitekim hadislerde anlatılanlar da bu yöndedir. Rivayetlere göre, Hz. İsa'nın Mesih-i Deccal'i öldürmesinin ardından Hıristiyanlar ve hayatta kalan Yahudiler ona inanacak ve tüm yeryüzü huzur içinde bir altınçağ yaşayacaktır. Bu durum Hz. İsa'nın ölümüne dek sürecek, ölümünden bir süre sonra yeni bir dejenerasyon başlayacak ve en sonunda kıyamet gerçekleşecektir. (En doğrusunu Allah bilir.)

    Hz. İsa'nın ahir zamanda yeniden geleceğine işaret eden bir diğer ayet, Zuhruf Suresi 61. ayetidir.

    Ard arda Hz. İsa'dan söz eden ayetlerden sonra şu şekilde bildirilmektedir: "Şüphesiz o, kıyamet-saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan (kıyametten) yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur." Ayetin önce ve sonrasından anlaşıldığı üzere, "o" zamiri Hz. İsa'yı ifade etmektedir. Bu durumda bu ayetin Hz. İsa'nın ahir zamanda yeryüzüne dönüşüne açık bir işaret taşıdığını söyleyebiliriz. Çünkü Hz. İsa Kuran'ın indirilişinden 6 asır önce yaşamıştır. Dolayısıyla Hz. İsa'nın bu ilk hayatını "kıyamet için bir bilgi", yani bir kıyamet alameti olarak anlarsak, ayetin işaret ettiği anlamı kavrayamamış olabiliriz. Ayette işaret edilen anlam, Hz. İsa'nın, ahir zamanda, yani kıyametten önceki son zaman diliminde yeniden yeryüzüne döneceği ve bunun da bir kıyamet alameti olacağıdır. (En doğrusunu Allah bilir.)

    Hz. İsa'nın ikinci gelişi ile mutabık gözüken bir başka ayet ise Al-i İmran Suresi 48. ayettir.

    "Hani Melekler, dediler ki: Meryem, doğrusu Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır. Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir. "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?" dedi. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona "ol" der, o da hemen oluverir. Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek."

    Ayette, Allah'ın Hz. İsa'ya Tevrat'ı, İncil'i ve bir de "Kitabı" öğreteceği haber veriliyor. Bu kitabın hangi kitap olduğu kuşkusuz önemlidir. Aynı ifade, Maide Suresi 110. ayette de bildirilmektedir: "... Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim..."

    Tevrat ve İncil dışında tek bir İlahi kitap vardır; Kuran (Hz. Davud'a verilen Zebur da Eski Ahit'in içindedir). Nitekim Al-i İmran Suresi 3. ayette de "Kitap" kelimesi, İncil ve Tevrat'ın yanında Kuran'ı ifade etmek için kullanılmıştır: "Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kâimdir. O, sana Kitabı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti." (Al-i İmran Suresi, 2–3)

    Bu durumda Hz. İsa'ya öğretilecek olan üçüncü "Kitab"ın Kuran olduğunu ve bunun da ancak Hz. İsa'nın ahir zamanda dünyaya dönüşü durumunda mümkün olabileceğini düşünebiliriz. (Kuşkusuz en doğrusunu Allah bilir.)

    Tüm bunların yanında "şüphesiz, Allah Katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir..." (Al-i İmran Suresi, 59) ayeti de Hz. İsa'nın dönüşüne işaret ediyor olabilir. Tefsirciler genellikle bu ayetin her iki peygamberin de babasız olma özelliğine dikkat çektiğini söylemişlerdir. Ancak ayetin bir ikinci işareti daha olabilir. Bu, Hz. İsa'nın da ahir zamanda, Hz. Adem gibi Allah Katından yeryüzüne indirilecek olmasına işaret ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

    Hz. İsa yeryüzüne indiğinde kendisini tanıyan hiç kimse olmayacaktır.

    Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne gelişi ile ilgili yazılan yazılarda vurgulanan bir diğer konu "Hz. İsa'nın kim olduğunun nasıl anlaşılacağı ve onun hangi özelliklerinden tanınabileceği"dir.

    Allah'ın hem dünyada hem de ahirette "... seçkin, onurlu, saygın ve Allah'a yakın kılınanlardan..." (Al-i İmran Suresi, 45) olduğunu bildirdiği Hz. İsa, yeniden yeryüzüne geldiğinde çevresinde kendisini önceden tanıyan hiç kimse olmayacaktır. Onun fiziksel özelliklerini, simasını ya da ses tonunu bilen, daha önceden tanıdığını iddia eden tek bir kişi dahi çıkmayacaktır. Çünkü onu tanıyan tüm insanlar bundan yaklaşık olarak 2000 sene kadar önce yaşamış ve ölmüşlerdir. Annesi Hz. Meryem, Hz. Zekeriya, onunla yıllarını geçirmiş olan havarileri, dönemin Yahudi önde gelenleri ve bizzat Hz. İsa'dan tebliğ almış olan insanlar vefat etmişlerdir. Dolayısıyla ikinci kez yeryüzüne gelişinde, onun doğumuna, çocukluğuna, gençliğine ve yetişkinliğine şahit olmuş tek bir kimse olmayacak ve onun hakkında hiç kimse hiçbir şey bilmeyecektir. Tek bir çocukluk resmi bulunmayacak; hiçbir insan onun geçmişine dair bir hatıraya sahip olmayacaktır.

    Kuşkusuz bu durum, dönem dönem ortaya çıkan "sahte Mesih" tehlikesini de tamamen ortadan kaldırmaktadır. Hz. İsa'nın yeryüzüne yeniden gelişinde, onun Hz. İsa olduğundan şüphe edilebilecek bir durum oluşmayacaktır. Hiç kimse "bu kişi Hz. İsa olamaz" diyecek bir sebep bulamayacaktır. Çünkü Hz. İsa, hiçbir insanın asla taklit edemeyeceği üstün özelliklere sahip olacaktır.

    Özetlemek gerekirse; Kuran'da Hz. İsa'nın ölmediği bildirilmekte ve yeniden dünyaya döneceğine işaret edilmektedir.

    Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ise Hz. İsa'nın dünyanın son dönemlerinde mucizevi bir biçimde yeryüzüne döneceğini, Hıristiyanları ve Müslümanları ortak bir din ve ahlakta birleştirerek yeryüzüne barış, adalet ve mutluluk getireceğini çok detaylı olarak haber vermiştir.

    Bu Rabbimiz'in büyük bir mucizesi ve vaadidir; Allah'ın izni ile gerçekleşeceğine de kuşku yoktur.

    HZ. MEHDİ'NİN İMAN GÜCÜNÜN DALGA DALGA YAYILMASIYLA, TÜM DÜNYADA MANEVİ BİR UYANIŞ OLACAKTIR

    Hz. Mehdi'nin İman Gücünün Dalga Dalga Yayılmasıyla, Tüm Dünyada Manevi Bir Uyanış Olacaktır

    Hz. Mehdi'nin çevresinde ona yardım eden, destek olan kişilerin sayılarının çok az olduğundan bahsettik. Ancak Mehdiliğin gölgesi tüm dünyayı kaplamıştır. Tüm dünya farkında olmadan Mehdiliğin mantığına, bakış açısına, tebliğ yöntemine uyar, onun iman heyecanının etkisi altına girer. Imana olan eğilim ve imani heyecan, Hz. Mehdi'den talebelerine, talebelerinden çevrelerindeki insanlara, oradan da giderek tüm dünyaya dalga dalga yayılır. Bir kişi bir kitap okur, bir konuşmaya şahit olur ya da bir film seyreder; imanında bir heyecan artışı olur. Aldığı bu feyz ve imani heyecanla okuduklarını ya da dinlediklerini bir başkasına anlatır. O kişi de ondan aldığı imani feyzi bir başkasına aktarır. Bu şekilde, zincirleme bir etkileşim ile, iman heyecanı ve etkisi, sürekli artarak insanlar arasında hızla yayılır. Yahudilerden Hıristiyanlara kadar, dalga dalga dünyanın dört bir yanını kaplar. Bunun sonucunda ise tüm dünyada imani bir uyanış olur.

    Dünya, bu imani heyecan ve feyzin kaynağını bilmez; imana karşı olan giderek artan bu eğilimin, Mehdiliğin feyzinden kaynaklandığının farkına varmaz. Oysa bu, Mehdiliğin ve Hz. Mehdi'nin en önemli alametlerinden biridir.

    Mehdiliğin, dalga dalga tüm dünyaya yayılan bu iman feyzinin kaynağını İslam alimleri, Hz. Mehdi'nin “Kutb’ul İrşad” (alemin gafletten uyanmasına, hidayetine ve doğru yola ulaşmasına vesile kılınan kimse, Hz. Resulullah (A.S.) Efendimizin gerçek varisi; O’nun ilmine, edebine, ruhları nur ile temizleme işine, kalpleri Allah’a çevirme mesleğine, nefisleri terbiye etme ve hayata denge verme sanatına varis olan büyük zat) ve “Kutb’ul Aktab” (alemin nizamı ile alakalanan, insanların doğru yolu bulmasına vasıta kılınan, zamanın en büyük mürşidi olan büyük zat) vasıflarından kaynaklandığını açıklamışlardır:

    ... Evet, (Kutb-i medâr) her zaman bulunur. Şimdi de vardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zamanında da vardı. Bunlara, (Kutb-ül-Aktab) da denir. Fakat, bunlara inzivâ lâzımdır. Bunları kimse tanımaz. Hattâ, ba’zan, kendileri bile kendilerini bilmez. (Kutb-i İrşad) ise, kayyûm-i âlemdir (Yani İslamiyet'i koruma vazifesi kutb-i irşad denilen veli zata verilir). Herkese rüşd (doğru yolda gidiş) ve îmân, bunun vâsıtası ile gelir. İslâmiyet’i korur. Dîn-i İslâm başı boş kalmaz. Din düşmanları pervâsızca, dîni yıkmaya, değiştirmeye saldıramaz.

    İmâm-ı Rabbânî, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbında, otuzbeşinci ma’rifette buyuruyor ki: (Kutb-i Ebdal) (Derviş) [ya’nî Kutb-i medâr (vesile olan kişi)] âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkda durabilmesi için feyz gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâd ise, âlemin irşâdı ve hidâyeti için feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Herşeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin âfiyette olması, Kutb-i ebdâlin feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak, hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tevbe etmek ise, Kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Her zamanda, her asırda Kutb-i ebdâlin bulunması lâzımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz. Çünkü, âlem bununla nizâm bulmaktadır.

    ... Kutb-i irşâd ile, bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir... (Tam İlmihal, Saadet-i Ebeddiyye, Hakikat Kitabevi, Doksan üçüncü baskı, Hazırlayan: Hüseyin Hilmi Işık, s. 909)

    İmam-ı Rabbani, Mebde ve Mead adlı eserindeki ikinci mektuptaki “İrşad Kutbunun Feyzi” başlığı altında bu konuyu şöyle açıklamıştır:

    “Ferdiyet kemalatını da (şahsi faziletleri) kendisinde bulunduran bir irşad kutbu çok nadir bulunur. Böyle bir cevher birçok asırlardan sonra meydana gelir. Karanlık alem, onun gelişinin nuru ile aydınlanır. Onun irşad ve hidayet nuru bütün alemi kuşatır. Arş’ın tepesinden dünyanın ortasına kadar her kime doğru yol, hidayet, iman ve marifet gelse, onun vasıtasıyla gelir, ondan istifade eder. Onun aracılığı olmadan hiç kimse bu nimete ulaşamaz. Onun hidayet nuru okyanus gibi bütün alemi kuşatmıştır. Ve bu deniz donmuş gibi hiç hareket etmez. O büyük zata ihlas ile yönelen ya da o zatın kendisine yönelip haline teveccüh ettiği kişinin gönlünde bu yöneliş anında bir pencere açılır. O pencere yoluyla bu denizden teveccüh ve ihlası nisbetinde içip kanar, gönlüne feyz dolar. Allah’ı zikretmeye yönelen ve bu zata, inkarından değil de onu tanımadığı için hiç yönelmeyen kişi de bu feyizden istifade eder. Ancak birinci durumdaki feyz, ikinci duruma göre daha fazladır.

    ... O büyük zata karşı ihlas ve muhabbet gösteren kişiler, Allah’ı zikretmekten ve ona teveccühten uzak kalsalar bile, sırf muhabbetleri sebebiyle hidayet nuru onlara ulaşır. Hidayete tabi olanlara selam olsun.” (Mebde ve Mead, çev. Dr. Necdet Tosun, Sufi kitap, İst. Ekim, 2005, s. 23-24)

    Günümüzde, tüm dünyada yaşanan bu imani uyanışın, feyz ve heyecanın her geçen gün arttığını gösteren pek çok gelişme meydana gelmektedir. Allah'ın, “Ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde” (Nasr Suresi, 2) ayetiyle bildirdiği gibi, insanlar dalga dalga imana yaklaşmakta, Allah'a yönelmektedirler. Bu durumu ortaya koyan pek çok örnek vardır. Örneğin İngiltere'nin ünlü gazetelerinden The Guardian'da 15 Ağustos 2006 tarihinde yer alan "Bu Duruma Nasıl Geldik?" başlıklı haberde, İngiliz öğrencilerin yüzde 30'unun evrime inanmadığı hayret dolu bir üslupla vurgulanmış, bu oranın geçmişte çok düşük olduğu belirtilerek, "Evrim ortadan kalkmak üzere" saptaması yapılmıştır.

    Science dergisinde yer alan ve 1985-2004 yılları arasındaki dönemi kapsayan ABD'deki Michigan State Üniversitesi'nin 34 ülkede yaptığı araştırmaya göre Türkiye, "evrim teorisinin geçersiz olduğunu düşünenlerin ezici çoğunluğa ulaştığı tek ülke" haline gelmiştir.

    Amerika'dan yayın yapan www.pitch.com adlı internet sitesindeki bir haberde ise, görüşüne yer verilen evrimci Profesör Ümit Sayın’ın, "artık Yaratılışçılara karşı bir savaş yok. Savaşı onlar kazandılar, 1998'de Türkiye Bilimler Akademisi'nden altı profesörü yaratılışçılara karşı konuşmaları için motive etmiştim. Artık, bugün bir kişiyi bile motive etmek imkansız" açıklamasına yer verilmiştir. Haberin devamında ise; Türkiye'den, evrim teorisini savunanların neredeyse tamamen yenilgiye uğradığı bir ülke olarak bahsedilmiştir.

    Bu gelişmelerden sadece birkaç tanesi bile, tüm dünyaya yayılan bu iman feyzinin etkilerini açıkça ortaya koymaktadır. Dünya, bu imani uyanışın kaynağının, ve tüm dünyaya nasıl etki ettiğinin farkında değildir. Oysa ki bu imani diriliş, Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışının çok yakın olduğunun en açık alametlerinden biridir. Çünkü tüm dünyayı saran bu iman heyecanının asıl çıkış noktası, Hz. Mehdi’nin nuru, iman heyacanı, feyzi ve bereketidir.

    Bilindiği gibi, Hz. Mehdi’nin en büyük alametlerinden biri, bu mübarek şahsın Mehdilik iddiasıyla ortaya çıkmamasıdır. Çünkü Hz. Mehdi'nin kendini tanıtmaya ihtiyacı yoktur. Kaderinde bu görevi yapmakla görevlendirildiği için Allah onu insanlara, imanının nuru, feyzi ve dünya çapındaki etkisi ile tanıtacaktır.

    Yüce Rabbimiz, Hz. Mehdi'nin ahlakını, fiziksel özelliklerini, faaliyetlerini, hizmetlerini ve dünya çapında oluşturacağı bu etkiyi Peygamber Efendimiz (sav)'e 1400 yıl önce bildirmiştir. Bu özelliklerin taklit edilmesi, çaba harcanarak kazanılması kesinlikle mümkün olmadığı gibi, aleyhte yürütülen faaliyetlerle çalışmalarının durdurulması ya da etkisiz hale getirilmesi de Allah'ın izni ile imkansızdır. Allah, tüm dünyayı Hz. Mehdi'nin hizmetine vermiştir. İsteyen istemeyen, bilen bilmeyen, lehte ya da aleyhte çaba yürüten herkes, kaderde Allah'ın takdir ettiği bu sona ulaşılmasında Hz. Mehdi'ye yardım etmekte, İslam ahlakının şanının yüceltilmesine katkıda bulunmaktadır. Dolayısıyla bu anlamda Hz. Mehdi aleyhinde bir çalışma yapılabilmesi mümkün olmamakta, Allah her gelişmeyi Hz. Mehdi'nin ve Mehdiliğin lehine çevirmektedir.

    Kaderde takdir edildiği şekilde Hz. İsa ve Hz. Mehdi çok yakın bir zamanda ortaya çıkacak, Peygamberimiz (sav)'in de bildirdiği gibi tüm hizmetlerini yerine getirecek ve Allah'ın izniyle Kuran ahlakını tüm dünyaya hakim kılacaklardır. Bu, Allah'ın belirlediği bir kaderdir.

    Kuran'da inkar edenler her ne kadar istemeseler de Allah'ın nurunu tamamlayacağı şöyle müjdelenmektedir:

    Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. (Tevbe Suresi, 32)

    Müşrikler istemese de, O, dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 33)

    Allah, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı (hak olarak) Kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir. (Yunus Suresi, 82)

    Güzel ahlakı ile Peygamberimiz (sav)'e benzetilen Hz. Mehdi, hadislerdeki bilgilere göre tüm insanların dünyada ve ahiretteki kurtuluşları için samimi çaba harcayacak, dünyada huzur, barış, bolluk ve bereketin oluşmasına vesile olacaktır.

    Allah, İslam ahlakının tüm dünyaya hakim kılınmasını dilemiştir ve bu sonucu istediği şekilde yaratmaya da kadirdir.

    Hz. Mehdi ümmetin şevkle beklediği müjdelenmiş bir şahıstır. O şahsın gelişini beklemek ve bunu müjdelemek her Müslümanın görevidir.

    Hz. Mehdi’nin gelişi, Peygamber Efendimiz (sav)’in tevatür (kuvvetli haber) derecesindeki hadisleri doğrultusunda İslam aleminde yüzyıllardır beklenen en önemli konulardan biridir.

    Kimi insanlar istemese de, Allah vaadini gerçekleştirecek; İslam ahlakını tüm dünyada hakim kılacak ve Müslümanlara önderlik edecek manevi bir liderle din ahlakını yerleşik kılacaktır.

    Mehdiliğin gölgesi tüm dünyayı kaplamıştır. Tüm dünya farkında olmadan Mehdiliğin mantığına, bakış açısına, tebliğ yönte-mine uyar, onun iman heyecanının etkisi altına girer. Bu durum, Mehdiliğin ve Hz. Mehdi'nin en önemli alametlerinden biridir.

    Bugün bütün dünyada insanların dalga dalga imana yaklaşmakta, Allah'a yönelmekte olduğunu ortaya koyan pek çok örnek vardır.

    Hz. İsa ve Hz. Mehdi Allah’ın izni ile gelecek ve kaderlerinde olanı yaparak din ahlakının yeryüzüne hakim olmasına vesile olacaklardır.

    ALLAH'IN RIZASINI KAZANAN İNSAN DÜNYADAKİ EN BÜYÜK ZEVKİ KAZANMIŞTIR


    Allah'ın Rızasını Kazanan İnsan Dünyadaki En Büyük Zevki Kazanmıştır
    Herkesin çok yakından bildiği güzel duyguları sürekli olarak yaşamak mümkün müdür?

    Mutluluğun sürekli olması için ne yapmak gerekir?

    Yüce Allah’ın kullarına bah-şettiği en güzel duygular arasında mutluluk ve zevk almak gelir.




    “Hani İmran’ın karısı: “Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak’ Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen” demişti.” (Ali imran Suresi, 35) ayetinde haber verildiği gibi Allah’ın salih kulları olan müminler için, ‘Allah’ın rızası’ hayatlarının asıl amacı ve en büyük zevkidir. 


    Müminler, kendilerini yoktan var edip, istedikleri herşeyi kendilerine verenin, herşeyin gerçek sahibinin ve tek hakiminin Allah olduğunu, tüm olayların O’nun dilemesiyle gerçekleştiğini, O’nun hem rahmet hem de azap sahibi olduğunu çok iyi bilen insanlardır. Bu yüzden müminlerin Allah’a olan bağlılıkları, tevekkülleri ve sevgileri çok güçlüdür.

    Müminler hayatları boyunca yalnızca Allah’a ibadet eder, yalnızca O’ndan yardım dilerler (Fatiha Suresi, 4) ve O’ndan başka hiç kimseden korkmazlar. Allah’a karşı duydukları bu güçlü sevgi ve bağlılıklarından dolayı Allah’a karşı daima şükredici bir tavır içerisinde olur ve O’na kullukta asla gevşeklik göstermezler. Allah’ın rızasını kazanmak için çok şevkli ve titiz davranırlar. İman etmeyen insanların uğruna hayatlarını adadıkları tüm dünya menfaatlerinden ve değerlerinden, Allah’ın rızasına ve cennetine kavuşmak için vazgeçebilirler. Bundan dolayı da içlerinde hiçbir sıkıntı ve huzursuzluk hissetmezler. Çünkü onlar ayette bildirildiği üzere ‘Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefislerini satın alanlar’(Bakara Suresi, 207) ve ‘Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır’ (Enam Suresi, 162) diyerek Allah yolunda ‘dosdoğru’ bir istikamet tutturanlardır.

    Müminler İçin Dünya Hayatının Metaı Allah’ın Rızasını Kazanmak İçin Bir Araçtır

    Yüce Allah Kuran’da dünyadaki pek çok nimetin bazı insanlar için tutku haline geldiğini şöyle haber vermektedir:

    “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır.” (Al-i İmran Suresi, 14)

    İman etmeyen bir insan için amaç haline gelmiş olan bu nimetler, müminler için sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kullanılacak birer araçtır. Bu nedenle müminler bunların hiçbirini tutku haline getirmez ve bunlara hırsla bağlanmazlar. Müminler için malca çoğalıp, zenginleşmek ya da makamca ilerlemek hiçbir zaman için bir amaç değildir. Onlar Allah’ın kendilerine verdiği herşeyin bir nimet olduğunu ve O’na şükretmeleri gerektiğini bilirler. Hiçbir zaman küçük ve geçici dünyevi menfaatler için Allah’ın rızasını gözardı etmezler. İnsan eğer elindeki tüm imkanları ve olanakları Allah’ın rızasını kazanmak için kullanacak olursa, Allah’ın “...Kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl Suresi, 97) ayetiyle bildirdiği gibi, dünyada da ahirette de güzel bir karşılık bulacaktır.

    Bir insanın en önemli sorumluluğu, kendisini yoktan var eden Rabbimiz’in rızasını kazanmak, Allah’ın sevgisine ve rahmetine layık olmaya çalışmaktır. Allah’ın rızasını kazanmak ahiret hayatını kazanmak için bir vesile olduğu gibi, aynı zamanda insana mutluluk ve huzur verecek yegane yoldur. Allah’ın şanını gerektiği gibi tanıyıp takdir edemeyerek insanların rızasını arayanlar ya da benzeri boş hedeflere kapılanlar, gerçek anlamda hiçbir zaman tatmin bulamaz ve mutlu olamazlar. Oysa Allah’ın rızası, bir insanın kalbinin tatmin bulacağı en büyük sevinç ve mutluluktur.

    Kuran ayetlerinde şu şekilde bildirilir:

    “(Allah)… Kendisi’ne katıksızca yöneleni dosdoğru yola yöneltip-iletir. Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Rad Suresi, 27-28)

    Müminler Allah Rızasını Kazanmak İçin Özel Yaratılan Zorluk Anlarından Büyük Zevk Alırlar

    Müminlerin mutluluğu zorluk ve sıkıntı anlarında göstermiş oldukları Kuran ahlakı ile daha da kalıcı bir hale gelir. Müminler, hep Allah’ın rızasını düşündükleri, akıllarını ve vicdanlarını hep bu yönde kullandıkları için, olumsuz durumlardan asla inkar edenler gibi negatif yönde etkilenmezler. Aksine zorluk ve sıkıntı anlarında gösterecekleri güzel ve teslimiyetli tavırlarla Allah’ın rızasını kazanabileceklerini umdukları için, böyle bir anda bile Allah’ın izniyle mutluluklarından hiçbir şey eksilmez.

    Müminler Allah’ın beğenmeyeceği bir tavır göstermektense, Allah’ın rızasına uygun hareket edebilmek için, gerektiğinde bile bile zorluk içerisine girmekten de çekinmezler. Bu üstün ahlakın en güzel örneklerinden birini Hz. Yusuf (a.s.)’ın tavrında görürüz. Kardeşleri Hz. Yusuf (a.s.)’a bir tuzak kurmuş ve onu bir kuyuya bırakmışlardır. Daha sonra burada onu bulan bir yolcu kafilesi onu Mısırlı bir azize satmıştır. Allah, Hz. Yusuf (a.s.)’ı Mısır’da yerleşik kılmış, ona sözlerin yorumundan bir bilgiyi öğretmiş ve ona hüküm ve hikmet vermiştir.

    Allah burada Hz. Yusuf (a.s.)’ı önemli bir denemeden geçirmiştir. Hz. Yusuf (a.s.)’ın yanında kaldığı vezirin karısı ondan murat almak istemiş, Hz.Yusuf (a.s.) ise onun bu tavrından Allah’a sığınmıştır. Kadının kendisine kurduğu hileli düzenden kaçınmak ve Allah’ın rızasına uygun bir tavır gösterebilmek için zindan gibi bir yere girmeyi, ayette bildirildiği üzere daha ‘sevimli’ bulmuştur. Yüce Allah, Hz. Yusuf (a.s.)’ın kendisini kurulan bu tuzaktan kurtarması için Allah’a ettiği duayı, Kuran’ın Yusuf Suresi’nde şöyle bildirmektedir:

    “(Yusuf) Dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum.” Böylece Rabbi, duasını kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir. Sonra onlarda (Yusuf’un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı.” (Yusuf Suresi, 33-35)

    Hz. Yusuf (a.s.) üstün bir ahlak örneği göstermiş ve Allah’ın rızasına uygun hareket edebilmek için zindana girmeyi tercih etmiştir. Hz. Yusuf (a.s.)’ın zindan gibi bir yeri ‘sevimli’ bulması, Allah’ın rızasına uygun bir tavır göstermiş olmasının verdiği mutluluğun ve rahatlığın bir ifadesidir. Hz. Yusuf (a.s.)’ın, Allah’ın rızasını kazanmadaki bu kararlılığı ve şevki tüm müminler için önemli bir örnektir. Her samimi mümin, tıpkı Hz. Yusuf (a.s.)’ın yaptığı gibi, eğer Allah’ın rızasını ve sevgisini kazandıracaksa zorluğu ve sıkıntıyı seve seve tercih eder.

    İnsan Allah Rızasını Kazanmak İçin Çaba Harcamaktan Zevk Alacak Bir Fıtratta Yaratılmıştır

    Allah’ın rızasına uygun hareket etmek, O’nun sevgisini, dostluğunu ve yakınlığını ummanın verdiği derin heyecan bir insanın alabileceği en büyük zevktir. Bu, bazı insanların hayatları boyunca hiç farkına varamadıkları ve hiç tatmadıkları çok derin bir duygudur. Çünkü bir insanın en yakın dostu, yegane yardımcısı ve destekçisi, asıl sevdiği ve tüm hayatını rızasını kazanmaya adadığı Rabbimiz Allah’tır.

    İman eden bir insan, uyandığı andan itibaren tüm vaktini Allah’ın beğeneceği bir ahlak gösterebilmek, O’nun sevgisini kazanabileceği davranışlarda bulunmak için geçirir. Allah’ın hoşnut olacağını umduğu bir tavır gösterebildiği her an, iman eden bir insan için büyük bir heyecan kaynağı ve büyük bir sevinç vesilesi olur. Allah üstün güç sahibidir. O’nun kudreti karşısında her insanın yapması gereken kulluk görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmektir. Bu iman sahibi bir insanın ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder.

    Aynı şekilde Allah’ın rızasına uygun olmayan bir tavırdan, O’na olan sevgisinden dolayı sakınması, O’na olan sadakatinden ve bağlılığından taviz vermemiş olması da yine iman eden bir kimsenin kalbinde derin bir mutluluk hissi oluşmasına neden olur. Salih bir mümin tüm hayatı boyunca, insanlar arasında Allah’ın en sevdiği, en çok hoşnut olduğu, Allah’a en yakın kişi olabilmek için çabalar. Bu çabanın ruha verdiği haz, dünyadaki hiçbir nimetten alınacak zevkle kıyaslanamaz. Tüm bu zevkler müminlerin ahirette de sonsuza dek tadacakları nimetlerdendir. Allah, iman eden kulları için ahirette de “rahmetinin, rızasının ve cennetinin” olduğunu müjdelemektedir:

    “De ki: “Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin Katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.”” (Al-i İmran Suresi, 15)

    21 Ocak 2014 Salı

    İSLAM DİNİ SANAT VE ESTETİKLE İÇ İÇEDİR

     Doğadaki sanat ve estetiği müşahede edemezler

    Hayatlarında sanatın hâkim olması için gayret göstermeyen kişilerin çevrelerindeki sanatsal yapılara karşı duyarlılığı büyük ölçüde körelir. Bunun negatif bir sonucu olarak bir çocuk, güzel bir çiçek, sevimli bir kedi vb. bu insanların ruhlarında neredeyse hiçbir güzel etki oluşturmaz. Böyle güzel varlıklarda Allah’ın sanatının tecellisini görmenin heyecanını ruhlarında hissedemezler. Bu, kuşkusuz, çok büyük bir kayıptır.

    Hâlbuki kıyafetlerinin uyumlu olmasına özen gösteren biri, çiçeğin kendiliğinden şık yaratılmış olmasını; saçının güzelliğine dikkat eden biri, kedinin daima parlak tüylerinin olmasını; evi güzel dekore eden biri, gördüğü günbatımı manzarasındaki renk uyumunu kuşkusuz daha iyi müşahede eder çünkü bu güzelliklere yönelik algı hassasiyeti çok daha fazladır. Müminler gördükleri her güzelliğin Allah’ın güzelliğinin bir tecellisi olduğunu bilirler ve bu güzellikler kalplerinde bir ferahlık meydana getirir. Güzellikleri daha iyi fark etmek ise, Allah’ı daha çok anmalarına ve şükretmelerine vesile olur.

    Dine hizmette gerekli özeni gösteremezler

    Din ahlakının yayılması için yapılan hizmette sanat ve estetik büyük önem taşır. Müslümanların başlıca hedefi ateizmle mücadeledir. Bugün herkesçe bilindiği gibi ateizm, evrim teorisiyle sözde bilimsel bir kılıfa bürünmüştür. Müslümanların ateizmle mücadele adına yaptıkları çalışmalarda özenli olmaları ve tüm ayrıntılara dikkat etmeleri çok önemlidir. Çünkü bu çalışmalarda asıl hedeflenen; yaratılış gerçeğini Darwinizmin sözde bilimsel görünen yalanlarına kendini kaptırmış olanlara göstermektir. Ve bir eserin (internet sitesi, kitap, belgesel vb.) estetik ve güzel görünümü, özenli bir çalışma olması insanlarda o eseri inceleme eğilimini arttırarak faaliyetin etkisinin Allah’ın dilemesiyle artmasına vesile olur.

    Buna karşılık, bir çalışmanın yeterince özen gösterilmemiş, tabiri caizse baştan savma olduğu hemen fark edilir. Bu da yapılan faaliyetin etkisini kırmak gibi istenmeyen sonuçlar doğurabilir.

    Günlük yaşamlarında sanat ve estetikten uzak yaşamış olan kişilerin din adına etkili bir faaliyet yürütmek konusunda çok zayıf kalacakları açıktır. Kişisel bakımında bile özensiz olan bu kişiler, kuşkusuz ki yaptıkları faaliyetlerde de pek çok önemli ayrıntıyı gözden kaçırırlar. Hatta bazı kimseler, bir Müslümanın çalışmalarını yönlendirmesi gereken asıl tehlikenin Darwinist-materyalist sistem olduğunu görmekten bile uzaktırlar. Ateizm tehlikesi varlığını sürdürürken, bu tehlikeye karşı ilmi çalışma yapmak yerine dikkatlerini sadece diğer bazı Müslümanları eleştirmeye yöneltmek gibi hatalara düşerler.

    Oysa Müslümanlar, her an Allah’ın dinine en fazla şekilde hizmet etmek gayretinde olan, Allah rızasının en çoğunu hedefleyen insanlardır. Hac Suresi’nde “insanlardan kimi Allah’a bir ucu ile ibadet eder” (Hac Suresi, 11) şeklinde ifade edilen kimselerden olmaktan titizlikle kaçınırlar. Müminlerin Allah Yolunda hayırlarda yarıştıkları Kuran’da şöyle bildirilir:

    “Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır.” (Al-i İmran Suresi, 114)

    ŞU ANDA RÜYADA OLABİLİR MİSİNİZ?

    Şu Anda Rüyada Olabilir misiniz?
    Elinizdeki Bu Dergiye Dokunmuyorsunuz !

    Size şu anda elinizde tuttuğunuzu düşündüğünüz bu derginin, yazı ve resimleriyle, parlak ve canlı renkleriyle, aslında beyninizde seyrettiğiniz üç boyutlu bir görüntü olduğunu, hatta biraz daha detaya inerek derginin kapağına elinizi sürdüğünüzde hissettiğiniz altın yaldızlı kabartmaların da, aynı şekilde beyninizde dokunduğunuz dergiye ait olduğunu söylesek, bunun bir varsayım olduğunu düşünebilirsiniz... Ama bu bir varsayım değil, bilimin ortaya koyduğu kesin bir gerçektir.

    Şöyle ki:

    Örneğin bu dergiye baktığınızda derginin sayfalarından yansıyan ışık, gözünüzün retina hücreleri tarafından elektrik sinyallerine çevrilir. Optik sinirler aracılığıyla iletilen bu sinyaller, derginin şekli, rengi, kalınlığı gibi özellikleri hakkında bilgileri beynin görme merkezine taşırlar. Burada yorumlanan (ruh tarafından) sinyaller, anlamlı bir bütün haline getirilir; böylece derginin görüntüsü sizin için, ışığın asla giremediği kafanızın içindeki karanlıkta yeniden inşa edilmiş olur.

    Dolayısıyla "gözümle görüyorum", "dergi karşımda duruyor" gibi ifadeler aslında gerçekleri yansıtmaz. Göz sadece kendisine gelen ışığı elektrik sinyaline çevirmekle görevlidir. Muhatap olduğunuz dergi görüntüsü de zannedildiği gibi sizin dışınızda değil, tam tersine içinizdedir. Dahası zihninizde oluşan bu görüntünün gerçekleri yansıtıp yansıtmadığından veya maddesel bir karşılığı olup olmadığından da hiçbir zaman emin olamaz, derginin dışarıdaki aslına hiçbir zaman ulaşamazsınız.

    İnsan Maddeye Dokunamaz

    Belki sayfaların kayganlığını elinizde hissediyor olduğunuz için dergiyi dışınızda zannedebilirsiniz. Oysa, bu kayganlık hissi de, aynı görme algısında olduğu gibi beyninizde meydana gelmektedir. Derinizdeki sinirler uyarıldığında, bu uyarılar elektriksel sinyaller halinde beyne gönderilirler. Beyindeki dokunma merkezine ulaşan bu mesajlar dokunma, basınç, sertlik-yumuşaklık, sıcaklık-soğukluk gibi hisler olarak algılanır. Ve siz beyninizde, dergiye dokunduğunuza, derginin sertliğini, sayfalarının kayganlığını ya da kapağındaki kabartmaları algıladığınıza dair hislere sahip olursunuz. Gerçekte ise, hiçbir zaman bu derginin dışarıdaki aslına dokunamazsınız. Dokunduğunuzu sandığınızda, aslında beyninizin içinde derginin sayfalarını çevirir, beyninizin içinde sayfaların inceliğini, kayganlığını hissedersiniz.

    Beynimizin İçi Sessizdir

    Aynı durum diğer duyular için de geçerlidir. Örneğin; titreyen bir gitar teli havada basınç dalgaları oluşturur. Bu dalgalar iç kulakta bulunan tüycükleri uyarır ve bu titreşimler elektriksel uyarılar şeklinde beyninizin ilgili merkezine gönderilir. Bu sinyallerin beyinde yorumlanması neticesinde ise, gitar sesi duyduğunuz hissini yaşarsınız.

    Koku algısı da aynı şekilde beyninizde oluşur. Bir limonun kabuğundan çıkan kimyasal moleküller burundaki koku algılayıcılarını uyarır. Buradan elektrik sinyali olarak yorumlanmak üzere beyne iletilirler.

    Kısacası tüm algıladıklarınız -gördüğünüz, duyduğunuz, tattığınız, dokunduğunuz ve kokladığınız şeyler- beyninizde size özel olarak tekrar oluşturulur. Dolayısıyla "etrafımdaki dünyayı algılıyorum" derken, zihnimizde oluşan kopya renklerden, şekillerden, seslerden ve kokulardan bahsederiz.

    Beynimizde gördüğümüz görüntüleri, işittiğimiz sesleri, duyduğumuz kokuları yorumlayan ruhumuzdur.

    Zihnimizde algıladıklarımızın dışarıdaki karşılıklarına asla ulaşamayız. Çünkü biz, beynimizin dışına çıkıp da dışarıda ne olduğunu göremeyiz. Sadece dışarıdaki maddelerin beynimizdeki kopyaları ile muhattap oluruz.

    Şu An Bir Rüyada Olabilir Misiniz?

    Dünyayı algılayış şeklimiz, "dışarıda" yani bedenimizin etrafında bir görüntü olduğuna bizi inandıracak mükemmelliktedir; ama içinde bulunduğumuz durumun gece gördüğümüz rüyalardan pek farklı bir yönü yoktur. Rüyalarımızda çevremizdeki olayların, seslerin ve görüntülerin farkında oluruz; hatta bedenimizin de... Düşünürüz ve muhakeme yaparız; korku, öfke, memnuniyet ve sevgi duyarız. Diğer insanlarla konuşur, onlarla aynı şeyleri gördüğümüzü düşünerek etrafımızdakiler hakkında fikir alışverişinde bulunur hatta üzerimize gelen bir araba çarpmasın diye kaçarız. Kısacası rüyamızda da çevremizde maddesel bir dünya olduğu izlenimine kapılırız. Ta ki uyanıp da yaşadığımızı zannettiğimiz şeylerin sadece zihnimizde yaşandığını fark edene kadar...

    Uyanıp "herşey bir rüyaymış" dediğimizde ise, yaşadığımız deneyimin aslında fiziksel bir gerçekliğe dayanmadığını; tüm olup bitenlerin zihnimizde yaratıldığını ifade etmek isteriz. Uyanık olduğumuzu düşündüğümüz zaman ise, dünyayı algılayışımızın gerçek olduğuna kesin kanaat getirerek hareket ederiz. Ancak uyanık olduğumuz zamanki deneyimlerimiz de tıpkı rüyada olduğu gibi zihnimizde yaşanmaktadır. Bu yüzden, şu anki algılarımızın da bir rüya olmadığına kesin emin olamayız.

    Uyanık olduğunuzu düşünmenizin sebebi, muhtemelen okuduğunuz bu kitabı elinizde tuttuğunuzu hissetmeniz, okuduklarınıza yorum getirebilmeniz, tüm olayların çok tutarlı bir şekilde devam etmesi gibi nedenlerdir. Fakat bunların tamamı -kitabı tuttuğunuz eliniz, sayfalarını çevirdiğiniz kitap, etrafınızda duran eşyalar, odanın içindeki konumunuz.- beyninizde seyrettiğiniz kopyalardır. "Şu anda uyanık mısınız, yoksa düş mü görüyorsunuz?" gibi bir soruyla karşılaşacak olsanız, cevabınız "elbette ki uyanığım" şeklinde olacaktır. Belki bu soruyu pek çok kereler rüyalarınızda da sorduğunuz olmuştur. Fakat bu soruya rüyanızda verdiğiniz cevabın -uyanık olduğunuz yanıtının- uyandıktan sonra yanlış olduğunu görmüşsünüzdür. Peki aynı yanılgıya şu anda da düşüyor olamaz mısınız?

    Şu anda da rüya görmediğinizin, hatta bütün hayatınızın bir rüya olmadığının güvencesini size kim verebilir?

    İşte tüm bunlardan dolayı, içinde bulunduğunuz dünyanın gerçekliğinden nasıl emin olabilirsiniz?

    Bu görüntülerin dışarıda maddesel karşılıkları olsa bile, siz bunların asıllarına hiçbir zaman ulaşamazsınız.


    Et Parçasından Oluşan Sinirler Işığı ve Sesi İletebilir mi?

    Belirttiğimiz gibi bizim tek görebildiğimiz, koklayabildiğimiz, tadabildiğimiz, dokunabildiğimiz veya duyabildiğimiz tıpkı bir rüya gibi beynimizdeki kopyalardır.

    Baştan beri anlatılanları tekrar düşündüğümüzde bu gerçek bütün açıklığı ile ortaya çıkacaktır. Örneğin;

    Işığın olmadığı beyinde, rengarenk ışıklarla donatılmış bir caddeyi, bütün renkleri, canlılığı ve parlaklığı ile seyredebiliyorsak, o zaman bu caddenin, ışıklı panoların, vitrinlerin, sokak lambalarının, arabaların farlarının dışarıdaki beynimizde elektrik sinyallerinden oluşan kopyalarını görürüz.

    Beynimize hiçbir ses giremediğine göre, o zaman biz hiçbir zaman yakınlarımızın seslerinin asıllarını duyamayız. Duyduklarımız hep kopyalarıdır.

    Veya biz hiçbir zaman denizin serinliğini, güneşin sıcaklığını hissedemeyiz. Biz hep beynimizde bunların kopyalarını yaşarız.

    Aynı şekilde, bugüne kadar hiçbir insan nanenin aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, dışarıdaki aslı değil, beyninde oluşan bir algıdan ibarettir. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir.


    Sonuç olarak, dış dünyada maddenin aslı vardır ancak biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Örneğin, şu anda başınızı kaldırın ve bulunduğunuz odada gözünüzü gezdirin. Kendinizi içinde mobilyalar bulunan bir odanın içinde gibi görüyorsunuz. Oturduğunuz koltuğun kollarına dokunduğunuzda, sanki gerçekten bu kolların asıllarına dokunuyormuş gibi sertliğini hissediyorsunuz. Gösterilen görüntülerin gerçekçiliği, bu görüntülerin yaratılışında kullanılan sanatın mükemmelliği çoğu insanın, maddenin gerçeği konusunda bir yanılgıya düşmelerine sebep oluyor. Bunun nedeni, görüntünün muhteşem bir sanatla, son derece gerçekçi ve kusursuz olarak her an yaratılıyor olmasıdır.

    Bilim adamlarının ittifakla kabul ettiği bu gerçeği, tanınmış felsefeci George Politzer şu şekilde ifade etmektedir:

    Kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz için ve bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. Oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. Şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler, zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak… Bütün bunlar madem ki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir... (George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, s.38-39)

    Tanınmış bilim adamı Rita Carter, dış dünyanın aslını göremeyeceğimizi, dışarıda madde olduğu halde beynimizde oluşan görüntünün ancak bir algıdan ibaret olduğunu şöyle açıklar:

    Bir yüz veya manzara gördüğümüzde, tam aslını görmeyiz, gördüğümüz orjinalinin bir yorumu veya tamamen yeni inşa edilmiş bir versiyonudur... Bunlar her ne kadar çok iyi kopyalar olsa bile orijinalinden eksik veya farklıdır. (Rita Carter, Mapping The Mind, s. 135)

    Bu Konu Materyalestleri Neden Tedirgin Etmektedir?

    Dikkat edilecek olursa, bugün maddenin gerçeği ile ilgili yapılan yorumlardan olağanüstü şekilde rahatsızlık duyan kesimi materyalistler oluşturmaktadır. Materyalistler, büyük bir ilgiyle gündemde tutulan "yaşadığımız dünyanın tıpkı bir rüyadaki gibi hayal olabileceği" konusuna karşı, kendilerince küçümser bir yaklaşım sergilemekte; "sakın kendinizi idealizmin telkinlerine kaptırmayın, materyalizme olan sadakatinizi koruyun" mesajları vermektedirler. Ancak bu tür tepkilerin temelinde bu konunun gündeme getirilmesinden duyulan rahatsızlık ve endişe duyguları yer almaktadır.

    Bu kişilerin öğütleri ise kendilerine Rusya'daki kanlı komünist devriminin lideri Vladimir I. Lenin'den miras kalmıştır. Lenin'in, bir asır önce yazdığı Materyalizm ve Ampiryokritisizm isimli kitabında şu satırlar yer almaktadır:

    Duyularımızla algıladığımız nesnel gerçekliği bir kere yadsıdın mı, kuşkuculuğa (agnostisizme) ve öznelciliğe (subjektivizme) kayacağından, fideizme (dini inanca) karşı kullanacağın tüm silahları yitirirsin; bu da fideizmin (inancın) istediği şeydir. Parmağını kaptırdın mı, önce kolun sonra tüm benliğin gider. Duyuları nesnel dünyanın bir görüntüsü olarak değil de, özel bir öğe olarak aldığında, diğer bir deyişle materyalizmden ödün verdiğinde, benliğini fideizme kaptırırsın. Sonra duyular hiç kimsenin duyuları olur, us (akıl) hiç kimsenin usu, ruh hiç kimsenin ruhu, istenç hiç kimsenin istenci olur.

    Bu satırlar, Lenin'in büyük bir korkuyla fark ettiği ve hem kendi kafasından hem de "yoldaş"larının kafalarından silmek istediği gerçeğin, günümüzün materyalistlerini de aynı biçimde tedirgin ettiğini göstermektedir. Ama günümüz materyalistleri Lenin'den daha da büyük bir tedirginlik içindedirler; çünkü bu gerçeğin bundan 100 yıl öncesine göre çok daha açık, kesin ve güçlü bir biçimde ortaya konduğunun farkındadırlar. Bu konu, tüm dünya tarihinde ilk kez bu kadar karşı konulamaz bir biçimde anlatılmaktadır.

    Materyalistlerin "sakın bu konuyu düşünmeyin, yoksa materyalizmi kaybedersiniz ve kendinizi dine kaptırırsınız" şeklindeki uyarıları, maddenin aslı ile ilgili olarak anlatılan gerçeklerin materyalist felsefeyi temelden yıkarak, üzerinde tartışmaya dahi gerek bırakmayan bir konuma sokmuş olmasından ötürüdür. Materyalistler körü körüne inandıkları, bel bağladıkları maddesel dünyanın yok olduğunu görmekten dolayı yaşadıkları tedirginlikle, "maddenin aslı ile muhatap olma imkanı yoktur ki maddecilik olsun" gerçeğini kabullenememektedirler.

    Bilim yazarı Lincoln Barnett, bu konunun sadece "sezilmesinin" bile materyalist bilim adamlarını korku ve endişeye sürüklediğini şöyle belirtmektedir:

    Filozoflar tüm nesnel gerçekleri algıların bir gölge dünyası haline getirirken, bilim adamları insan duyularının sınırlarını korku ve endişe ile sezdiler. (Lincoln Barnett, "Evren ve Einstein", Varlık Yayınları, 1980, s. 17-18)

    Ülkemizde ve tüm dünyada, bu konu ile karşı karşıya gelen her materyalistte bu "korku ve endişe" çok güçlü olarak görülmektedir.

    Ancak 21. yüzyıl, bu gerçeğin tüm insanlar arasında yayılacağı, materyalizmin ise yeryüzünden silineceği tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu gerçeği görebilen insanların, geçmişte neye inandıkları, neyi niçin savundukları hiç önemli değildir. Önemli olan, gerçeği gördükten sonra, buna direnmemek, ölümle birlikte zaten apaçık anlaşılacak olan bu gerçeği geç olmadan anlamaktır.

    Hayır, Biz hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size. (Enbiya Suresi, 18)

    ALLAH’I ANMAK EN BÜYÜK İBADETTİR



    Dünyada yaşayan tüm insanların yapmaları gereken en önemli ibadetlerinden biri Allah’ı anmaktır. Allah bu durumu kullarına Ankebut Suresi’nin 45. ayetinde şöyle bildirmektedir:

    “ … Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir.”


    İman eden insanlar, Kuran’da Allah’ın bildirdiği bu gerçeği bildikleri için hayatlarının tamamını Allah’ı anarak geçirme gayreti içerisinde olurlar.

    “Kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.” (Haşr Suresi, 19)

    İnsanın, Allah’ı anmada gösterdiği gevşeklik, O’na olan yakınlığını azaltır. Din ahlakını yaşamayan insanlar Allah’ı hiç anmadıkları, günlerce akıllarına bile getirmedikleri için helal-haram demeden günahın her türlüsünü işlemeyi, Allah’ın emirlerine riayet etmemeyi bir yaşam biçimi haline getirmişlerdir.

    Müminler ise gerek sözleriyle gerekse zihinlerinden geçirdikleri düşünceleriyle hayatlarının her anında Allah’ı anıp zikrederler. İnsanın kimi zaman gafletle Allah’ı aklından çıkarması, imanlı bir kişinin dahi istemeden de olsa çeşitli hata ve günahları işlemesine sebep olabilir. Çünkü Allah’tan gafil olarak geçirilen bir süre içinde, insanın olayları doğru algılayıp değerlendirmesinde bozukluk olacaktır. Dahası iyiyi kötüden ayırt etmesinde, hareket, davranış ve konuşmalarında Kuran’ın sınırlarını gözetecek bir bilinci korumasında önemli aksaklıklar meydana gelir.

    MADDENİN ARDINDAKİ BİLGİ VE LEVH-İ MAHFUZ



    Maddenin Ardındaki Bilgi ve Levh-i Mahfuz

    Bilgi... Bu kavram günümüzde bundan yarım yüzyıl öncesine göre çok daha fazla şey ifade ediyor. Bilim adamları "bilgi"nin ne olduğunu tanımlamak için teoriler geliştiriyorlar. Sosyal bilimciler "bilgi toplumu"ndan söz ediyorlar. Bilgi, giderek insanlığın en önemli kavramlarından biri haline geliyor. Peki, nedir bilgi? Bilgi kavramını bu denli önemli hale getiren en önemli bilimsel bulgu, evrenin ve yaşamın kökeninde bilgi olduğunun tespit edilmesi. Tüm evreni "madde ve enerji"den ibaret sayan 19. yüzyıl materyalist felsefesinin yerine, bilim adamları artık evrenin "madde, enerji ve bilgi"den oluştuğunu söylüyorlar.

    Bilgi... Bu kavram günümüzde bundan yarım yüzyıl öncesine göre çok daha fazla şey ifade ediyor. Bilim adamları "bilgi"nin ne olduğunu tanımlamak için teoriler geliştiriyorlar. Sosyal bilimciler "bilgi toplumu"ndan söz ediyorlar. Bilgi, giderek insanlığın en önemli kavramlarından biri haline geliyor. Peki, nedir bilgi? Bilgi kavramını bu denli önemli hale getiren en önemli bilimsel bulgu, evrenin ve yaşamın kökeninde bilgi olduğunun tespit edilmesi. Tüm evreni "madde ve enerji"den ibaret sayan 19. yüzyıl materyalist felsefesinin yerine, bilim adamları artık evrenin "madde, enerji ve bilgi"den oluştuğunu söylüyorlar.

    Peki Bu Ne Anlama Geliyor?

    Bunu bir örnekle açıklamak mümkün: DNA. Bilindiği gibi tüm canlı hücreleri, DNA adı verilen sarmal yapıdaki genetik bilgiye göre işliyor. Bizim de bedenimizdeki trilyonlarca hücrenin her birinin çekirdeğinde DNA var ve vücudumuzun tüm fonksiyonları bu DNA'larda kayıtlı. Hücrelerimiz yeni proteinler üretmek için DNA'da yazılı olan protein şifrelerini kullanıyor. DNA'da yazılı olan bu bilgi o kadar büyük ki, insan vücudunun genetik bilgisini kağıda dökmek için, yaklaşık 900 ciltlik bir ansiklopedi yazmak gerekiyor!

    Hologram Bir Dünyada Mı Yaşıyoruz?

    Dünyayı bir ışık demeti olarak algılıyoruz, bu yüzden de bu algılara bakarak maddeyi mutla gerçek zannetmek büyük bir yanılgı olacaktır.

    Amerika'nın en ünlü bilim dergilerinden biri olan New Scientist adlı dergi, 27 Nisan 2002 tarihindeki kapak konusunda, okuyucularına önemli bir bilimsel gelişmeyi aktarmıştır. J. R. Minkel tarafından kaleme alınan makale "Neden Hepimiz Bir Hologramın İçinde Yaşıyoruz?" başlığı altında yayınlanmıştır. Bu makalede açıklanan bilimsel tespiti şu şekilde özetleyebiliriz: Dünyayı bir ışık demeti olarak algılıyoruz, bu yüzden de bu algılara bakarak maddeyi mutlak gerçek zannetmek büyük bir yanılgı olacaktır.

    New Scientiest'in Yorumu

    Bilim adamı-yazar J.R Minkel bu önemli konu ile ilgili şu itiraflarda bulunmuştur:

    "Şu an bir dergi tutuyorsunuz, bunu katı bir madde olarak algılıyorsunuz ve siz bunun evrende bağımsız bir şekilde varolduğunu görüyorsunuz. Etrafınızdaki objelerde aynı şekilde, belki bir fincan kahve ya da bir bilgisayar, hepsi dışarıda gerçekmiş gibi görünüyor. Ama hepsi yalnızca bir hayal."

    Minkel makelesinde, bazı bilim adamlarının bu fikri "herşeyin teorisi" olarak adlandırdıklarını söylemektedir. Ayrıca Minkel, bilim adamları tarafından "herşeyin teorisi"nin, evrenin yapısının açıklanmasında ilk basamak olarak kabul edildiğini aktarmaktadır.

    Söz konusu Amerikan dergisinde yayınlanan bu makale gerçekten de son derece önemlidir. Üstelik insanın hayata bakış açısını etkileyebilecek kadar. Çünkü bu konu atomlardan oluşan evreni en kolay şekilde anlamamızı ve maddenin mahiyeti konusunda en net yargıya varabilmemizi sağlamaktadır. Bu makale, evreni beynimizde algıladığımızı, dolayısıyla bizim dışımızda var olduğunu zannettiğimiz maddenin bir hayalden ibaret olduğunu açıklayan bilimsel bir belgedir.

    Beyinde Sanal Dünya

    Daha önceki bilimsel çalışmalarda da bu gerçek farklı yönlerden tespit edilmişti aslında. Bilim adamları dış dünyanın, maddenin varlığına gerek olmadan beyinde sanal bir dünya oluşturulabileceğini de birçok kez kanıtlamışlardı. Örneğin yapılan üç boyutlu ve gerçeğinden farkı olmayan bilgisayar simülasyonları yoluyla aslının aynı özelliklere sahip görüntüler elde edilebilmektedir. Ayrıca rüya gören insanlar üzerindeki araştırmalar da benzer sonuçlar doğurmuştur. Anlaşılmıştır ki, mesela bisiklete binen biri ile rüyasında bisiklete bindiğini gören kişinin fizyolojilerinde aynı tepkiler meydana gelmektedir. Bu durum her iki olayında beyinde meydana geldiğini ve ortada bizim dışımızda zannedildiği gibi maddesel bir dünyanın olmadığını göstermektedir.

    Yapay uyarılarla bir dünya oluşturulabileceği gerçeğine verilebilecek en iyi örneklerden biri de hipnoz tekniğidir. Bilindiği gibi hipnozda, hipnotize edilen kişiye bir dizi telkin yapılır ve bu kişinin, gerçeğinden ayırt edilemeyecek derecede inandırıcı birtakım olaylar yaşaması sağlanır. Söz konusu kişi, bulunduğu odada olmayan görüntüleri, kişileri veya manzarayı görür, sesleri duyar, kokuları ve tatları alır. Bu sırada yaşadığı olaylardan dolayı sevinir, üzülür, heyecanlanır, sıkılır, endişelenir. Hatta hipnoz altındaki kişinin yaşadığı olayların etkileri dışarıdan fiziksel olarak da izlenebilir: Yapılan telkinle doğru orantılı olarak kişide nabız artışı, tansiyon artışı, cildinde kızarıklık oluşması, ateşinin yükselmesi, mevcut ağrıyı veya acıyı hissetmemesi gibi durumlar meydana gelebilmektedir.

    Hipnoz Örneği

    Örneğin hipnoz uygulanan bir deneyde, bir kişiye hastanede bulunduğu söylenmiş, bu hastanenin 10. katında ölmek üzere olan bir hasta olduğu ve ancak kendisinin hızlı bir şekilde elindeki ilacı yetiştirirse hayatının kurtulabileceği telkin edilmiştir. Bu kişi hipnoz sırasındaki telkinin etkisiyle, son derece hızlı bir şekilde 10 katı çıkmaya başladığını sanmıştır. Bu sırada nefes nefese kalmış, iyice yorulduğu için de nefesini kontrol edemeyecek hale gelmiştir. Bunun üzerine artık en üst kata geldiği, ilacı yetiştirdiği söylenmiş ve rahat bir yatağa uzanabileceği telkin edilmiştir. Böylece hipnoz uygulanan kişi rahatlamaya başlamıştır. Hipnoz yapılan kişi, kendisine telkin edilen mekanı ve ortamı tüm gerçekliğiyle yaşamasına rağmen, ortada ne bahsedildiği gibi bir mekan, ne insanlar, ne de olaylar vardır. Bir diğer deneyde ise normal bir odada bulunan kişiye bir hamamda olduğu ve hamamın çok sıcak olduğu telkin edilmiş, ardından bu kişi aşırı derecede terlemeye başlamıştır. Burada çok önemli bir nokta dikkat çekmektedir. İnsan vücudunda terlemenin oluşması için bazı etkilerin meydana gelmesi gerekir. Bu hipnoz olayında karşımıza çıkan gerçek ise şudur: Hipnotize edilen kişi, dışarıda terlemeye sebep olacak hiçbir etken bulunmadığı halde terlemiştir. Bu örnek açıkça göstermektedir ki, bir mekanda bulunmak ya da bir ortamı hissetmek için o ortamın ya da mekanın fiziki varlığı şart değildir. Suni uyarılar veya telkin yoluyla benzer etkilerin oluşturulması mümkündür.

    Ulusal Hipnoterapi Derneği, Ulusal Psikoterapistler Derneği, Profesyonel Hipnoterapistler Merkezi, Hipnoterapi Araştırma Derneği gibi birçok kuruluşun üyesi olan İngiliz hipnoterapi uzmanı Terrence Watts bir makalesinde, hipnoz sırasında geçmişteki bir olayı hatırlayarak anlatan kişilerde, anlattıkları olayla bağlantılı olarak bazı fiziksel değişimler gözlendiğini belirtmektedir. Örneğin kişinin anlattığı olayda nefes alamama durumu oluşmuşsa, olayı hipnoz altında anlattığı sırada yine nefesi daralmakta, hatta nefesi bir süre için tamamen durmaktadır. Watts, hipnoz altındayken, küçükken dövüldüğü bir anı anlatan kişinin yüzünde tokat izlerinin belirdiğini belirtmektedir. Ayrıca Watts bunun bir gizem olmadığını, vücudun acı algısına tepki verdiğini belirtmektedir.

    Hipnoz Anında Fiziksel Değişimler

    Hipnoz uygulamalarında görülen en çarpıcı örneklerden biri de, hipnoz yapılan kişinin cildinde telkin sonucu yaralar dahi oluşabilmesidir. Örneğin Paul Thorsen isimli bir araştırmacı, hipnoz altındaki bir kişinin koluna sadece bir kalemin ucunu değdirmiş ve bunun kızgın bir şiş olduğunu telkin etmiştir. Kısa bir süre sonra kalemin ucunun değdiği noktada bir yanık kabarcığı belirmiştir. Yine aynı araştırmacı, Anne O. isimli kişiye, hipnoz esnasında kolunun A harfi şeklinde kanırtırcasına çizildiğini telkin etmiştir. Başka hiçbir şey yapılmadığı halde, o bölgede A harfi şeklinde kızarıklık belirmiştir. Hipnoz sırasında insan vücudunda meydana gelen bu değişiklikler, görme, duyma, dokunma, işitme, acı, ağrı gibi algılarımızın oluşması için dış dünyaya ihtiyacımızın olmadığını göstermektedir.

    İnsan, ömrü boyunca bedeninin dışındaki bir dünyada yaşadığını zanneder. Halbuki dünya dediğimiz herşey, beynimizin, algı merkezlerimize ulaşan sinyalleri yorumlamasıdır. Yani biz beynimizin içinde oluşan dünyadan başka bir dünyayla hiçbir zaman muhatap olamayız. Dışımızda ne olduğunu asla bilemeyiz. Beyne ulaşan sinyallerin kaynağının, dışarıda mevcut bulunan maddi varlıklar olduğunu iddia edemeyiz. Bugün bu konu en temel bilimsel kitaplarda yer alan ve lise çağlarından itibaren insanlara öğretilen, kesin bir gerçektir. Sorun, insanların bu gerçek üzerinde düşünmemeleridir.

     Dış dünya ile ilgili bize hissettirilenler, Allah'ın bize algılattırdıklarından ibaret duyulardır. Allah duyu organlarımıza hakimdir ve neyi isterse bize onları algılattırır.

    Allah bu gerçeği Kuran'da, Kendisi'nin kulaklara ve gözlere malik olan olduğunu belirterek açıklamıştır.

    "Demişlerdir ki:"Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan Allah)ın va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş." (Yasin Suresi, 52)

    Dünya Hayatı Beynimizde Yaşanır

    Yaşadığımız dünyaya ait her türlü niteliği, her özelliği ve bildiğimiz herşeyi duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız aracılığı ile bize ulaşan bilgiler, bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller beynimizin ilgili noktalarında yorumlanır. Beynimizin bu yorumları sonucunda biz, örneğin bir kitap görürüz, çileğin tadını alırız, ıhlamur ağaçlarını koklar, ipek bir kumaşın dokusunu bilir veya rüzgarda sallanan yaprakların hışırtısını duyabiliriz.

    Aldığımız telkinle, hep bedenimizin dışındaki kumaşa dokunduğumuzu, bizden 30 santimetre uzaklıktaki kitabı okuduğumuzu, metrelerce uzaktaki ıhlamur ağaçlarının kokusunu aldığımızı ve çok yükseklerdeki yaprakların hışırtısını duyduğumuzu zannederiz. Oysa, bu saydıklarımızın hepsi bizim içimizde gerçekleşen olaylardır. Derginin görüntüsünden yaprakların hışırtısına kadar herşey içimizde, beynimizde meydana gelir.

    Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşırız: Beynimizde, gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek şey elektrik sinyalleridir. Bu, felsefi bir görüş değildir; algılarımızın işleyişi ile ilgili bilimsel bir açıklamadır.

    Şimdi bu büyük mucizenin nasıl gerçekleştiğini, yani "dünyayı nasıl algılıyoruz?" sorusunun cevabını tüm algılarımız için tek tek inceleyelim.

    Gören Gözlerimiz Değildir, Görüntü Beynimizde Oluşur!

    Hayatımız boyunca aldığımız telkinle, tüm dünyayı gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Oysa, görmenin bilimsel açıklamasına göre biz gözlerimizle görmeyiz. Gözlerimiz ve gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz, sadece "görme olayının" gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine sahiptirler. Görme olayının nasıl gerçekleştiğini hatırlayacak olursak bu gerçeği daha kolay fark edebiliriz.

    Bir cisimden gelen ışık, göz merceğinden geçer ve gözün arka tarafındaki ağ tabakanın üzerine baş aşağı ve iki boyutlu bir görüntü bırakır. Ağ tabakadaki çubuk ve koni hücreler, bazı kimyasal işlemlerden sonra bu görüntüyü elektriksel akıma dönüştürür. Bu elektriksel akımlar, göz sinirleri aracılığı ile beynin arka kısmında yer alan görme merkezine götürülür. Beyin ise bu gelen sinyali anlamlı ve üç boyutlu görüntüler haline getirir.

    Burada çok yüzeysel olarak anlattığımız görme, gerçekte son derece olağanüstü bir işlemdir. Işık demetleri anında ve kusursuz şekilde elektrik sinyallerine dönüştürülmekte ve sonra bu elektrik sinyalleri, üç boyutlu, rengarenk, ışıl ışıl bir dünya olarak bize görünmektedir. Tüm bunlar bizi hep aynı gerçeğe götürmektedir: Biz hayatımız boyunca, dünyayı bizim dışımızda zannederiz. Oysa, dünya herşeyiyle bizim içimizdedir. Biz, dışımızda sandığımız dünyayı aslında içimizde, beynimizdeki küçücük bir noktada yani görme merkezimizde görürüz.

    Bütün Sesleri Beynimizde Duyarız!


    Duyma işlemi de aynı görme gibi gerçekleşir. Diğer bir deyişle dış dünyaya ait görüntüleri nasıl beynimizin içinde görüyorsak, sesleri de beynimizin içinde duyarız. Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi ile toplayıp orta kulağa iletir. Orta kulak ise aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır. İç kulak da bu titreşimleri sesin yoğunluğuna ve sıklığına göre elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Beyinde birkaç konaklamadan sonra mesajlar, son olarak bu sinyallerin işleme koyulup yorumlandığı duyma merkezine iletilirler. Böylece duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.

    Beynimizin dışında sesler değil, ses dalgaları olarak bilinen fiziksel titreşimler vardır. Bu ses dalgalarının sese dönüştüğü yer ise dışarısı veya kulağımız değil, beynimizin içidir.

    Tüm Kokular Beynin İçinde Meydana Gelir!

    Bir insana kokuları nasıl hissettiği sorulur ise, muhtemelen "burnumla" diyecektir. Oysa çoğu insanın kesin bir gerçek olarak gördüğü bu cevap doğru değildir. Yale Üniversitesi'nden nöroloji profesörü olan Gordon Shepherd "Burnumuzla kokladığımızı düşünürüz, ama bu sanki 'kulak memesi ile duyuyoruz' demek gibi bir şeydir" sözleriyle bunun doğru olmadığını açıklamaktadır.

    Burnumuzun dışarıdan görünen bölümünün görevi sadece bir kanal gibi, havadaki koku moleküllerini içeri almaktır. Vanilya veya gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelir ve bu alıcılarda etkileşime girer. Koku moleküllerinin epitelyum bölgesindeki etkileşimleri beynimize elektrik sinyali olarak ulaşır. Bu elektrik sinyalleri ise beynimizde koku olarak algılanır. Ses ve görüntüde olduğu gibi koku algısında da beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir.

    Tüm Lezzetler Beyinde Oluşur!


    Tat alma algısı da diğer duyu organlarına benzer şekilde açıklanabilir. İnsan dilinin ön tarafında dört farklı tip kimyasal alıcı vardır; bunlar tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. Tat alıcılarımız bir dizi işlemden sonra bu algıları elektrik sinyallerine dönüştürür ve beyne iletirler. Ve bu sinyaller de beyin tarafından tat olarak algılanır. Bir pastayı, yoğurdu, limonu ya da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tat, gerçekte elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır. (Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı Madde)

    Beyninizde oluşan bir pasta görüntüsüne beyninizde oluşan şeker tadı eklenir ve pasta hakkında herşey sevdiğiniz hale gelir. Siz pastanızı yediğinizde aldığınız tat aslında elektrik sinyallerinin beyninizde oluşturduğu bir etkiden başkası değildir. Beyniniz dışarıdan gelen uyarıları nasıl yorumlarsa siz ancak onu bilirsiniz. Yoksa dışarıdaki nesneye asla ulaşamazsınız; örneğin çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Ya da beyninize giden tat alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi bir şeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tat duyunuzu tamamen yitirirsiniz.

    Dokunma Duyusu Beyinde Oluşur!

    İnsanların, yazıda anlatılan gerçeklere, yani görme, duyma, tat alma gibi hislerin tamamının beyinde oluştuğu hissine kanaatlerinin gelmesini engelleyen en önemli etkenlerden biri dokunma hissidir. Örneğin bu dergiyi beyninde gördüğünü söylediğiniz bir insan, dikkatli düşünmediği takdirde, "beynimde görüyor olamam, bak elimle dokunuyorum" diyecektir. Bu insanların anlayamadıkları veya anlamazlıktan geldikleri gerçek şudur: Diğer tüm duyu organlarımız gibi, dokunma hissi de beyinde oluşur. Yani siz bir cisme dokunduğunuzda onun sert, yumuşak, ıslak, yapışkan veya ipeksi olduğunu beyninizde algılarsınız. Parmak uçlarınıza gelen etkiler, beyninize yine elektrik sinyali olarak ulaştırılır ve beyninizde bu sinyaller dokunma hissi olarak algılanır.

    Beynimizde Oluşan Dünyanın Aslına Asla Ulaşamayız


    İnsan, beynindeki ekranda izlediği, anlamlı şekilde biraraya getirilen algılarının tamamına "yaşantım" der ve bu izlediğimiz ekranın dışında maddenin gerçeği nasıldır, bunu hiçbir zaman bilemeyiz. Gerçeği de bizim gördüğümüz gibi mi, örneğin bir yaprağın yeşili dışarıda da böyle mi, bilemeyiz. Veya yediğimiz şekerin tadı gerçekte bu şekilde mi yoksa beynimiz mi onu böyle algılıyor, bunu kesinlikle öğrenme imkanımız yoktur.

    Biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bunlar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Her insan, beynindeki hücresinin içinde yaşar ve algılarının kendisine gösterdikleri dışında hiçbir şey yaşayamaz. Algılarının dışındaki dünyada, neler olduğunu hiçbir zaman bilemez. Bu nedenle "dışarıda asılları var" demek büyük bir ön yargı olur, çünkü hiçbir insanın buna getirebileceği tek bir delil dahi bulunmamaktadır. Kaldı ki dışarıda asılları olsa dahi, insan yine bu "asıl"ları beyninde görecektir, yani yine beyninde oluşan hayal ile muhatap olacaktır. İnsan sadece beynindeki algılar dünyasını izler. Maddelerin asılları ile hiçbir zaman karşılaşamaz. Bir Kuran ayetinde şöyle buyurulur:

    "O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz." (Mü'minun Suresi, 78)