24 Kasım 2014 Pazartesi

GERÇEK MUTLAK VARLIK ALLAH'TIR



Günümüzde bilimsel gelişmeler göstermektedir ki maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki kopyaları ile muhatap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zannederek yanılırız. Elinizdeki dergi, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler gerçekte beyninizin içinde görülmektedir. Peki bu görüntüleri beyninizin içinde gören kimdir?

Beyninizin içinde, bir göze ihtiyaç duymadan bu derginin görüntüsünü gören, gördüklerini anlayan, okuduklarından etkilenen, bunlar üzerinde düşünen kimdir? Beyne ulaşan elektrik sinyallerini bir kulağa ihtiyaç duymadan, bir dostunun sesi veya en sevdiği şarkı olarak dinleyen, dinlediklerinden zevk alan kimdir? Bu algıladıkları ile düşünen, sevinen, üzülen, heyecanlanan varlık, protein ve yağlardan oluşan beynin kendisi olabilir mi?

Bu sorular üzerinde düşünen bir insan şuurlu olarak gören, işiten ve hisseden varlığın madde ötesinde bir varlık olduğunu hemen görecektir. İşte bu varlık "ruh"tur. "Maddesel dünya" dediğimiz algılar bütünü, işte bu ruh tarafından seyredilen bir hayaldir. Ve biz bu hayalin, beynimiz dışında maddesel bir karşılığı var mı asla bilemeyiz. Çünkü duyularımız aracılığı ile hiçbir zaman beynimizin dışındaki dünyaya ulaşamayız. Nasıl rüyalarımızda maddesel karşılığı olmayan olay ve nesneleri gerçekmiş gibi görüyorsak, bu dünya hayatına ait görüntüleri de maddesel karşılıkları olmadan, beynimizde oluşan görüntüler olarak görüyor olabiliriz.

Sonuç olarak bizim madde olarak algıladığımız herşey, ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar- değil, birer "ruh"tur. Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli bir soruyla daha karşı karşıya getirir: Madem maddesel dünya olarak tanıdığımız şey gerçekte ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir, o halde bu algıların kaynağı nedir?...

Bu soruya cevap verirken dikkat edilmesi gereken gerçek şudur; maddenin kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur. Madde bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak yaratılması gerekir. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir. Peki bizim ruhumuza yıldızları, dünyayı, bitkileri, insanları, bedenimizi ve gördüğümüz diğer herşeyi sürekli olarak seyrettiren kimdir? Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı sonsuz bir güç ve bilgi sahibidir. O Yaratıcı Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. 



ALLAH HER ŞEYİ HER AN KONTROLÜNDE TUTANDIR






İnsanların büyük bir kısmı da, Allah'ın varlığına inansalar bile, Allah'ın "herşeyi yaratıp bıraktığı" (Allah'ı tenzih ederiz) sonra bu düzenin kendi kendine devam ettiği şeklinde çok yanlış bir inanca sahiptirler. Oysa evrenin her noktasında her an meydana gelen tüm olaylar Allah'ın izniyle, O'nun bilgisinde ve kontrolünde gerçekleşir. Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

“Allah'ın, gökte ve yerde olanların hepsini bilmekte olduğunu bilmiyor musun? Gerçekten bunlar bir kitaptadır. Hiç şüphesiz bunlar(ı bilmek), Allah için pek kolaydır.” (Hac Suresi, 70)


Siz sessiz sakin bir ortamda bu dergiyi okurken, haberiniz bile olmadan evrenin her köşesinde sayısız faaliyet gerçekleşmektedir. 


Bunlardan birkaçını sıralayalım: Her saniye dünyaya 16 milyon ton su düşer. Ve eşit miktarda su yerden buharlaşarak havaya karışır.


Her saniye dünya üzerinde ortalama 100 şimşek oluşur. Son bir saatte dünyanın çeşitli köşelerinde 36.000 tane şimşek Allah'ın kontrolünde oluştu. 


Siz şu anda bu cümleyi okurken Güneş 564 milyon ton hidrojeni, 560 milyon ton helyuma dönüştürdü, arta kalan 4 milyon ton hidrojeni de enerjiye çevirdi. Kuran ayetlerinde şöyle buyrulmaktadır:


“Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır... Güneşi ve Ay'ı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (İbrahim Suresi, 32-34)


Allah, insanların Kendi büyüklüğünü kavrayabilmeleri için evrendeki düzeni sayısız detayla birlikte yaratmıştır. Kuran'da Allah'ın var ettiği bu düzenden bahsedilirken, "... sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz öğrenmeniz için" (Talak Suresi, 12) denilmektedir. Allah'ın aklı, ilmi ve kudreti sonsuzdur. Allah, tek bir olayın içinde dilediği kadar ayrıntı meydana getirir. 


Bu sitedeki örneklerde göreceğiniz gibi şüphesiz Allah'ın varlığı her yeri sarıp kuşatmıştır ve varlığının delilleri her yerdedir. Her yere hakim olan bu düzeni yaratan ve onu durmaksızın koruyan Allah benzersiz bir güç sahibidir. İnsana düşen ise Allah'ın kendisi için yarattığı sayısız nimetlerin şükrünü vermek ve dünyada geçireceği zaman boyunca Allah'ın kendisi için seçip beğendiği ahlakla ahlaklanmaktır.



ALLAH TÜM ALEMLERİN RABBİDİR



Allah bizim görmediğimiz birçok farklı alemi ve varlığı da yaratmıştır. Farkında olmadığımız, bize gösterilmeyen diğer alemlerin varlığını daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek üzerinde düşünebiliriz: Nasıl ki bir resme baktığımızda yalnızca en ve boy olmak üzere iki boyut görüyorsak, içinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda da en, boy ve derinlik olmak üzere üç (zamanı da katarsak dört) boyut kavrayabiliriz. Bundan fazlasını ise algılayamayız. Oysa Allah Katında bildiklerimizden başka boyutlar da yaratılmıştır. Örneğin melekler farklı boyutlardan birinde yaşayan varlıklardır. Kuran’da tarif edildiği kadarıyla cinler de farklı bir alemde yaşamaktadır. İnsan ruhu da dünyadan bağımsız bir ortamda varlığını sürdürmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Allah’ın Kuran'da bildirdiği gibi, melekler bulundukları boyut ve mekandan bizleri görebilmekte ve duyabilmektedirler. Hatta iki yanımızdaki yazıcı melekler yaşadığımız her ana şahittirler. Her konuştuğumuzu, her yaptığımızı yazmaktadırlar. Ancak biz onları göremeyiz. Allah'ın Kuran'da varlıklarını bildirdiği cinler de yine ayrı bir boyuta ait varlıklardır. Onlar da aynı insanlar gibi yaşamları boyunca denenmektedirler ve sorumlu oldukları kitap Kuran'dır. Ancak sahip oldukları özellikler insanlardan çok farklıdır. İnsanların bağlı oldukları sebep-sonuç ilişkilerinden çok daha farklı sebeplere bağımlı olarak yaratılmışlardır. 

Bunlar Allah'ın yaratmadaki benzersizliğinin kavranabilmesi için üzerinde düşünülmesi gereken gerçeklerdir. Allah sonsuz sayıda evren, sonsuz sayıda varlık, sonsuz sayıda mekan yaratmaya güç yetirendir. Nitekim Allah ahirette cenneti ve cehennemi yaratacaktır. Cennet ve cehennem Kuran’da tarif edildiği gibi dünyada yaşanan hayattan çok daha farklı bir yaratılışta olacaktır. Örneğin dünyada daima bozulma, yaşlanma, çürüme, eskime ve tükenme vardır. Oysa cennette herşey sonsuza kadar varlığını sürdürecek, zaman içerisinde hiçbir şey bozulmayacaktır; Allah'ın Kuran'da bildirdiği "tadı değişmeyen sütten ırmaklar" cennetin bu özelliğine dikkat çeken örneklerden biridir. Cennette insan bedeni de yıpranmayacak; yaşlanma asla olmayacaktır. Allah Kuran'da cennette herkesin yaşıt olduğunu bildirmektedir ve cennet insanları sonsuza kadar en güzel halleriyle, hiç yaşlanmadan, birbirleriyle yaşıt olarak yaşayacaklardır. Allah Kuran'da tükenmeyen kaynaklardan içecekler olduğunu bildirmektedir. Cehennemdeki yaratılış da bambaşkadır. Allah cehennemde, benzeri görülmemiş azap çeşitlerini, sonsuza dek yaratacaktır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Allah dünyadaki herşeyde bir sınır yaratmıştır. Her işin bir sonu vardır. Bu nedenle "sonsuz" kavramını ve Allah'ın sonsuz kudretini anlayabilmek için üzerinde düşünmek ve bilinen bazı ölçülerle kıyas yapmak gerekir. Bizim sahip olduğumuz bilgi sadece Allah'ın izin verdiği kadarı ile sınırlıdır. Allah Katındaki bilgi ise sonsuzdur. Örneğin Allah dünyada insan için yedi ana renk var etmiştir. Biz sekizinci bir rengi zihnimizde canlandıramayız. Bu, doğuştan kör olan birine kırmızıyı tarif etmeye benzer. Ne dersek diyelim yine de kırmızı rengi tam olarak ifade edemeyiz.  


EVRENDEKİ HER ŞEY BİR AMAÇ ÜZERİNE YARATIR



Eline bir kitap alan insan, onun bir yazar tarafından belli bir amaç çerçevesinde yazıldığını bilir. Bu kitabın tesadüfen ortaya çıktığı aklının ucundan dahi geçmez. Aynı şekilde, bir heykele bakan insan, onun bir sanatçı tarafından yapıldığından hiçbir şüphe duymaz. Bırakın sayısız sanat eserinin kendi kendine oluştuğunu düşünmek, üst üste duran iki-üç tuğlayı bile mutlaka planlı bir hareketle o şekle getiren biri olduğunu kimse inkar etmez. Dolayısıyla küçük ya da büyük, düzen olan her yerde, mutlaka bu düzenin bir kurucusunun ve koruyucusunun olması gerekir. Bir gün birisi çıkıp, ham demir ve kömürün tesadüfen çeliği, çeliğin tesadüfen Boğaz Köprüsü’nü oluşturduğunu iddia etse, bu kişinin ve ona inananların akıllarından şüphe edilmez mi? 

Allah'ı inkar etmenin tek yöntemi olan evrim teorisinin iddiası da bundan daha farklı değildir. Evrime göre inorganik moleküller tesadüfen aminoasitleri, aminoasitler tesadüfen proteinleri, proteinler de yine tesadüfen canlıları oluşturur. Oysa, canlılığın tesadüfen kendiliğinden oluşması ihtimali, Eyfel Kulesi'nin aynı şekilde oluşmasından çok çok daha düşük bir ihtimaldir. Çünkü en basit bir hücre bile insan yapımı herhangi bir şeyden çok daha karmaşıktır.

Doğadaki olağanüstü uyum çıplak gözle dahi açıkça görülürken, bu dengenin tesadüfen veya başıboş meydana geldiği nasıl düşünülebilir? Ayrı ayrı her noktasının, Yaratan'ın varlığını delillendirdiği kainatın, kendi kendine var olduğunu söylemek, olabilecek en akılsız iddiadır. 

Bedenimizden başlayıp, akıl almaz büyüklükteki evrenin en uç noktalarına kadar var olan dengenin de bir sahibi vardır. Peki bu herşeyi ince ince düzenleyip meydana getiren Yaratıcı kimdir? (Harun Yahya, Allah Akılla Bilinir)

O, evrenin içindeki herhangi bir maddesel varlık olamaz. Çünkü O, tüm evrenden önce var olan ve tüm evreni sonradan yaratmış bir irade olmalıdır. O, herşeyin kendisinden varlık bulduğu, ama kendi varlığı ezeli ve ebedi olan Yüce Yaratan’dır....

Varlığını akıl yoluyla bulduğumuz Yaratan’ı bizlere tanıtan ise dindir. Bize din yoluyla ulaşan bilgiye göre O Yaratan, gökleri ve yeri yoktan var eden, Rahman ve Rahim olan Allah'tır.

İnsanların çoğu ise bu gerçekten kaçarak yaşarlar. Oysa bu gerçeği kavrayabilecek mantığa sahiptirler. Bir manzara resmini gördüklerinde, ilk önce onun kimin tarafından yapıldığını öğrenmek isterler. Daha sonra da, sanatçıyı ortaya çıkardığı eserden dolayı uzun uzun takdir ederler. Fakat başlarını çevirdikleri her yerde o resmin sayısız gerçeğiyle karşılaştıkları halde, tüm bu güzelliklerin tek sahibi olan Allah'ın apaçık varlığını göz ardı ederler. Oysa Rabbimiz'in varlığını anlamak için uzun bir araştırmaya gerek yoktur. Öyle ki, insan doğduğu andan itibaren tek bir odada bile yaşasa, sadece o odada var olan sayısız delil Allah'ın varlığını kavramak için yeterlidir.

İnsanın sahip olduğu beden, ciltler dolusu ansiklopediye bile sığmayacak kadar çok yaratılış delili ile doludur. Vicdan kullanarak sadece birkaç dakika düşünmek bile, Allah'ın varlığını anlamak için yeterlidir. Var olan düzeni Allah korumakta ve devam ettirmektedir.




ALLAH'IN SONSUZ BÜYÜKLÜĞÜNÜN VE KUDRETİNİN DELİLLERİ APAÇIKTIR



İnsanların birçoğu Allah'a inandıklarını söylerler. Ancak gerçekte Allah'ı gereği gibi tanıyıp takdir edemezler. Çünkü bunun için "akıl sahibi" olmak gerekir. 

Allah'ı gereği gibi tanımak ve takdir etmek için akıl gerekir derken burada kastedilen "zeka" değildir. Akıl ve zeka birbirinden tamamen farklı iki kavramdır. Zeka, bir insanın biyolojik olarak sahip olduğu zihinsel kapasitedir. Akıl ise sadece müminlere ait bir özelliktir. Allah'tan korkup sakınan takva sahibi müminlere Allah Katından büyük bir nimet olarak verilir. Akıl, Allah'ın samimi kullarına verdiği bir nur, bir anlayıştır. İnsanın takvası ölçüsünde bu anlayış, yani sahip olduğu akıl seviyesi de artar. 

Akıl sahibi insanın en belirgin özellikleri, Allah'tan korkup sakınması, daima vicdanına uyması, her olayı, gördüğü herşeyi Kuran'a göre değerlendirmesi ve Allah'ın rızasını aramasıdır.

Bir insan, dünyanın en zeki, en bilgili, en kültürlü insanı dahi olsa eğer bu özelliklere sahip değilse "akılsız" olacaktır ve birçok gerçeği göremeyecek, kavrama yeteneğinden yoksun kalacaktır.

Zeka ile akıl arasındaki farkı şöyle bir örnekle de belirginleştirebiliriz: Bir bilim adamı, örneğin vücudun sinir sistemi ile ilgili, yıllarca çok derin ve detaylı araştırmalar yapmış olabilir. İnsan bedeninde gerçekleşen olağanüstü sinir iletimleri konusunda dünyanın en bilgili kişisi de olabilir. Ancak eğer akıl sahibi değilse, bu kişi sadece sinir hücreleri arasındaki işlemler ile ilgili bilgileri taşıyan bir insan olmaktan öteye gidemeyecektir. Yani sahip olduğu bu bilgilerin ardındaki önemli gerçeği kavrayamayacaktır. Oysa akıl sahibi bir insan, sinir sistemindeki mucizevi özellikleri, bu sistemin detayındaki mükemmellikleri görerek, bu kadar kusursuz bir yapının ancak ve ancak bir Yaratan'ı, üstün akıl sahibi bir tasarlayıcısı olması gerektiğini anlar.

İnsanların bir kısmı Allah'ın varlığına inanmazlar, bir kısmı ise Allah'ın varlığına aklı ve vicdanı ile düşünerek değil, kendilerine öyle öğretildiği için inandıklarını söylerler. Ancak düşünmedikleri ve akıllarını kullanmadıkları için Allah'a kesin bir bilgiyle iman etmenin gereklerini yerine getirmezler. Oysa akıl sahibi müminler Allah'ın varlığının ve yaratışının delillerini akılları ile görür ve sonsuz kudret sahibi olan Allah'tan içleri titreyerek korku duyarlar.

Allah, Kuran'da yaratışının delillerini belirttikten sonra bunlarda ancak akıl sahibi olanlar için deliller olduğunu şöyle bildirmektedir:

“Size bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Rum Suresi, 24)




ALLAH'I SEVEN TÜM MÜMİNLERİ SEVER



İman edenler, Allah'a olan güçlü sevgileri ve samimi bağlılıkları nedeniyle, Allah'ın yarattığı varlıkları da çok sever, bunların her birinde Allah'ın sıfatlarının tecellilerini görürler. Kuran'ın
"Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz
kılan ve zekatı veren müminlerdir." (Maide Suresi, 55) ayetiyle bildirildiği
gibi, iman edenler, Allah'ın insanlara doğru yolu göstermeleri için gönderdiği
peygamberlere ve salih müminlere karşı da derin bir sevgi beslerler. Peygamberler, Allah'ın tüm insanlar için örnek kıldığı, derin bir imana sahip
olan, üstün ahlaklı kimselerdir. Allah'ın "Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü
umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir
örnek vardır." (Ahzab Suresi, 21) ayetiyle haber verdiği gibi, Peygamberimiz Hz.
Muhammed (sav)'in hayatında ve ahlakında iman edenler için güzel örnekler ve
hikmetler vardır. Peygamberimiz (sav)'in Allah'a olan derin bağlılığı, takvası, sabrı,
müşfikliği, aklı, cesareti, temizliği, merhameti, sadakati, şevki ve daha birçok güzel
özelliği, tüm Müslümanlara örnek olmuştur. Peygamber Efendimiz, Allah'a ve peygambere karşı duyulan sevginin önemini bizlere şöyle hatırlatmıştır:
Resulullah buyuruyor ki: "Allah-u Teala'yı ve Resulünü herşeyden çok sevmeyenin
imanı sağlam değildir." İman nedir? diye sorduklarında: "Allah ve
Resulü, senin için başka herşeyden daha sevimli olmaktır" buyurdu. Yine
buyurdu ki: "Kul, Allah ve Resulünü, çoluk çocuğundan, malından ve bütün
mahlukattan çok sevmedikçe mümin olmaz."
Allah'ın tüm elçileri ve peygamberleri, Allah Katında seçkin kılınmış, Rabbimiz'in
rızasını kazanmış üstün ahlaklı insanlardır. Allah, Kuran'da peygamberlerin
güzel ahlaklarına dair örnekler vermiş ve onlardan övgüyle söz etmiştir. Peygamberimiz
Hz. Muhammed, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. İbrahim, Hz. Harun, Hz. Yahya, Hz.
Yusuf, Hz. Yunus, Hz. Yakup, Hz. İsmail, Hz. Süleyman, Hz. Davud ve diğer tüm
peygamberler ve elçiler, Allah'a olan samimi imanları, saygı dolu korkuları, takvaları
ve güzel ahlaklarıyla insanlara örnek olmuşlardır. Kuran'ı rehber edinerek
elçileri bu üstün özellikleriyle tanıyan tüm müminler, onların ahlakına ulaşabilmek,
onlar gibi Allah'ın dostluğunu kazanabilmek ve cennette onlarla birlikte
olabilmek için hayırlarda yarışır ve ciddi bir çaba gösterirler. Müminlerin peygamberlere
karşı duydukları bu derin sevgi, onların sevgi anlayışlarını da ortaya koymaktadır.
İman edenlerin bir başkasına duydukları sevgi, tümüyle o kişinin imanından,
güzel ahlakından ve takvasından kaynaklanmaktadır. Bir insanın bu özelliklerini
bilmek, o kişiyle hiç görüşülmese dahi, ona karşı derin ve coşkulu bir sevgi
duyulmasına neden olur.




12 Kasım 2014 Çarşamba

ALLAH RIZASI İÇİN YAŞANIRSA HAYAT CENNETE DÖNER



Allah Rızası İçin Yaşanırsa Hayat Cennete Döner

Allah üstün güç sahibi Yaratıcımız’dır. Allah’ın kudreti karşısında her insanın yapması gereken, kulluk görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmektir. Ancak bazı insanlar Allah rızasını kazanmak gibi bir nimetin varlığından habersiz bir yaşam sürerler. Vicdanlarına uymadan, sadece hırslarının ve tutkularının ardından giderek yaşadıkları için, tüm bu güzelliklerden mahrum kalırlar. Ve bu mahrumiyet diğer nimetlerde olduğu gibi, ahiret hayatında da Allah dilediği sürece devam edecektir. İman edenler ise Allah rızası için yaşarlar, maddi ve manevi olarak Allah tarafından en güzel nimetlerle ödüllendirilirler.

Bazı insanlar kendilerine tek hedef olarak belirledikleri dünya nimetlerini elde etmek için çok büyük bir çaba gösterirler. Zengin olmak, statü kazanmak ya da başka menfaatler için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Çok kısa süre içinde tümüyle ellerinden gidecek olan “az bir değer” (Tevbe Suresi, 9) uğruna büyük bir yarış içine girerler. Onlarınkinden çok daha büyük bir karşılığa, elde ettikleriyle kıyaslanması asla mümkün olmayan en büyük nimete, Allah’ın rızasına ve cennetine talip olan müminler de bu hedefleri için ciddi bir çaba gösterirler. Allah, Kuran’da, müminin bu özelliğini şöyle haber verir:

Kim çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış ve kovulmuş olarak gider. Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 18-19)

Samimi İman Eden Bir İnsan Allah Rızası ve Ahiret İçin “Ciddi Bir Çaba Göstererek” Çalışır

Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi, 111)

Allah’a “malını ve canını satmış” olan bir insan, Allah yolunda karşılaşacağı hiçbir zorluktan etkilenmeyecektir. Allah rızası dışında hiçbir şeye yönelmeyecektir. Bedeni ve sahip olduğu mallar “onun” değildir ki, bunlar konusunda kendi nefsinin bencil tutkularına uysun. Bedeninin ve sahip olduğu herşeyin sahibi Allah’tır, tüm bunları O’nun istediği şekilde kullanacaktır.

Yaşamlarını dünya hayatının peşinde koşarak tüketen insanların kaybettikleri en güzel zevklerin başında, Allah’ın rızasına uygun hareket etmek gelir. Oysa ki O’nun sevgisini, dostluğunu ve yakınlığını ummanın verdiği derin heyecan dünyada hiçbir şeyle bağdaştırılamayacak kadar mükemmeldir. Bu, birçok insanın hayatları boyunca hiç farkına varamadıkları ve hiç tatmadıkları çok derin bir duygudur.

İman sahibi bir insan ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder:

İnançlı bir insan, Allah’ın farz kıldığı 5 vakit namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür.

İbni Ömer (r.a.v.)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah’ın evi Kâbe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân 1, 2, Tefsîru sûre (2) 30; Müslim, Îmân 19-22. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 3; Nesâî, Îmân 13)

 Allah’ın rızasına uygun olmayan bir tavırdan, O’na olan sevgisinden dolayı sakınır:

Allah’a olan sadakatinden ve bağlılığından taviz vermemiş olması da yine iman eden bir kimsenin kalbinde derin bir mutluluk hissi oluşmasına neden olur.

Salih bir mümin tüm hayatı boyunca, insanlar arasında Allah’ın en sevdiği, en çok hoşnut olduğu, Allah’a en yakın kişi olabilmek için çabalar. Bu çabanın ruha verdiği haz, dünyadaki hiçbir nimetten alınacak zevkle kıyaslanamaz.

Allah, Kuran’ın bir ayetinde “... Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa Suresi, 125) şeklinde bildirir. Mümin bir kimse, peygamberlerin ahlaklarını kendisine örnek alarak, Allah’ın Hz. İbrahim (a.s.)’a lütfettiği dostluk nimetine layık olup, Allah’ın yakınlığını kazanabilmek için tüm hayatı boyunca samimi bir çaba harcar. Allah Kuran’da iman edenlerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Tevbe Suresi, 100)

Sayın Adnan Oktar diyor ki;

Mümin Allah rızası için yaşar, Allah rızası için de ölür. Allah rızası için yaşanmazsa hayat cehenneme döner. Her şey Allah rızası için olursa, o zaman hayat güzel olur. Cennet de Allah’ın rızasıyla güzel olur. (A9 TV; 25 Nisan 2014)

 İman eden bir kimse Allah’ın ayette bildirdiği insanlardan olabilmek ve Rabbimiz’i hoşnut etmek için elinden gelen herşeyi yapar:

Bu samimi çabanın ruhta oluşturduğu coşku, vicdanda uyandırdığı huzur ve güven duygusu insana çok derin bir haz verir. Tüm bu zevkler müminlerin ahirette de sonsuza dek tadacakları nimetlerdendir. Allah, iman eden kulları için ahirette de “rahmetinin, rızasının ve cennetinin” olduğunu müjdelemektedir:

De ki: “Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin Katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Al-i İmran Suresi, 15)

Mümin, Allah’ın rızasının yanında başka çıkarlar gözetmez:

İman eden bir insan, Allah’tan, rızasını, rahmetini ve cennetini umar, çünkü ayette bildirildiği üzere, “Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir ‘çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar’ bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisa Suresi, 124)

Gerçek Mutluluk Allah Rızası İçin Yaşanarak Elde Edilebilir

Zayıf imana sahip insanların hayattaki tek amaçları “bu dünya”da mutluluğu ve rahatlığı elde etmektir. Bu insanların kimi, kendine “zengin olmak” gibi bir hedef belirler. Bu hedefine ulaşmak için elinden geleni yapacak, tüm fiziki ve beyinsel gücünü zengin olmak için kullanacaktır. Kimisi de hayattaki amacını “itibar sahibi ve ünlü bir insan olmak” olarak saptar. Bunu elde etmek için de elinden gelen herşeyi yapar. Her türlü zorluğa katlanır, çeşitli fedakarlıklarda bulunur. Ama bunların hepsi, ölümle birlikte yok olacak olan, yalnızca dünya hayatına dair hedeflerdir. Hatta birçoğu henüz hayattayken de kaybedilebilir. Dahası söz konusu kimseler bu hedeflerine ulaşsalar, hayatları boyunca bu hedeflerine sahip olsalar, hatta planladıklarından çok daha fazlasını elde etseler dahi hiçbir zaman bu onları manen tatmin etmeyecek, arayışı içinde oldukları huzur, mutluluk, sevgi ve rahatlığı elde edemeyeceklerdir. Çünkü gerçek mutluluk, derin sevgi ve kalp rahatlığı ancak Allah rızası için yaşanarak samimi imanla kazanılan nimetlerdendir.

Bir insanın en yakın dostu, yegane yardımcısı ve destekçisi, asıl sevdiği ve tüm hayatını rızasını kazanmaya adadığı Rabbimiz Allah’tır. İman eden bir insan, uyandığı andan itibaren tüm vaktini Allah’ın beğeneceği bir ahlak gösterebilmek, O’nun sevgisini kazanabileceği davranışlarda bulunmak için geçirir. Allah’ın hoşnut olacağını umduğu bir tavır gösterebildiği her an, iman eden bir insan için büyük bir heyecan kaynağı ve büyük bir sevinç vesilesi olur.

Allah Yolunda “Ciddi Bir Çaba” Göstermenin Yolu Allah Rızasının En Çoğunu Aramaktadır

Samimi iman eden bir insan şirkten, Allah’tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah’a kulluk eder. Allah’ın rızasını arar. Bunu “Allah yolunda ciddi bir çaba” göstererek yapar.

Mümin, önünde hepsi de meşru olan birkaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah’ın rızasını en çok kazandıracağını umduğunu seçmelidir.

Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:

Haramlar Kuran’da açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir. İman eden bir insan buna göre yaşar.

Bunun yanı sıra mümine düşen, Allah’ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve “basiret”ini kullanarak, her zaman için Allah’ın rızasının en çoğunu aramaya yönelmektir.

Unutulmamalıdır ki; insanın, sadece nefsinin öngördüğü şekilde davranması İslam’ın temeli olan “yalnızca Allah’a kulluk etmek” amacına tümüyle aykırıdır. Dahası Allah Kuran’da nefsin arzularına göre hareket etmeyi, Kendisi’ne şirk koşmak olarak tanımlamaktadır:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)

Samimi iman eden bir kişi ise, tüm varlığını, malını, canını, hayatını ve ölümünü kısacası herşeyini Allah’a adamıştır. Her tavrı Kuran’a ve vicdana uygun üstün ahlak özellikleriyle donanmıştır. Allah, iman eden insanların bu üstün özelliğini Kuran’da şöyle haber verir:

De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (Enam Suresi, 162)

Allah’ın Rızasını Arayan ve Gözeten Bir İnsan İçin Hiçbir Sıkıntı, Zorluk ve Üzüntü Yoktur

Zorluk ve sıkıntılar Allah’ın dünyada bir imtihan olarak yarattığı ve samimi kullarının tevekkül, sabır ve teslimiyetini denediği olaylardır. Bunlar, dışarıdan bakıldığında sıkıntı ve zorluk gibi görünen, içine girildiğinde ise Allah’ın kesin rahmetiyle karşılaşılan olaylardır. Allah Kuran’da, kullarına kaldırabileceklerinden fazla yük yüklemeyeceğini de bildirmiştir. Allah Kendisi’ne gereği gibi kulluk edenler için her iki hayatta da güzellik olduğunu şöyle haber vermiştir:

(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl Suresi, 30-31)





MÜZİK VE DANS CENNETİN BİR GÜZELLİĞİDİR

  

Müzik ve Dans Cennetin Bir Güzelliğidir

Müzik ve dans, Allah’ın sunduğu  hayatın en güzel süslerinden biridir. Hayatın bir parçasında müzik    ve neşe olmadığında insanlar içine kapanabilir, huzursuz ve  duyarsız hale gelebilirler. Neşenin eksik olması insanları mutsuz hale dönüştürür. Karamsarlık ve olumsuzluk toplumların üzerine çöker. Bu ise yüzünde sevgi ifadesi olmayan, bezgin, kızgın ifadeli, olumsuz konuşan, güzelliklerden zevk almayan hatta bunları yok etmeye çalışan, kısacası olumsuzluklarını çevrelerine yayan insanların toplumlarda yaygınlaşmasına sebep olur.

Bir toplumun gelişmişlik ve refah düzeyinin en önemli göstergelerindenbiri kuşkusuz sanat, estetik ve kalitede ileri seviyede olmasıdır. İslam dininde de sanata verilen önem büyüktür. Bugüne kadar mimari, edebiyat gibi pek çok alanda izler bırakmış olan son derece şık İslam sanatı örnekleri bunun en açık göstergelerindendir. İslam dini hayatın her alanında, günlük hayatın ve güzel ahlakın her detayında, sanat ve estetikle iç içedir. Müzik ve dans da bu anlamda günlük hayatın parçası olan, Allah’ın sunduğu güzel nimetlerdendir.

Ancak ne var ki, günümüzde bağnaz zihniyetin etkisiyle İslam dünyasının büyük bölümü sanat ve estetik gibi dans ve müzikten de uzaklaşmıştır. Allah’ın, meşru, helal ve hatta güzel kıldığı birçok şey, bağnazlık ve hurafelerin etkisiyle, “dinin dışında” ve “çirkin” kabul edilmiş; ihlasa, samimiyete aykırı olarak görülmüş ve terk edilmiştir. Hayatı, dünyayı, yaşamı güzelleştirmek; güzel giyinmek, güzel mekanlar oluşturmak, bakımlı olmak gibi incelikler, nefsani ve dünyevi istekler olarak nitelendirilmiş ve bunlara meyletmek de “imansızlık alameti” olarak görülmüştür. Dolayısıyla bu gibi yanlış ve Kuran dışı mantıklarla, İslam dünyası zaman içerisinde giderek güzelliklerden, sanattan ve estetikten uzaklaştırılmıştır.

Oysa ki bu bakış açısının ve bu yanlış uygulamaların gerçek Kuran ahlakında yeri yoktur. Hatta tam tersine Kuran’da, hayatın her alanında bir sanat, incelik ve estetik anlayışı hakimdir. Sevgideki inceliklerden tutun, temizliğinizdeki detaylara; giyim kuşamdan, sokaklardaki, caddelerdeki ihtişama kadar her yerde bir sanat anlayışı vardır. Sanat ve estetik ancak akılla ortaya konabilir. Müslümanın özelliği de üstün bir akla sahip olması; gördüğü, karşılaştığı her detayda, bu akılla üstün bir sanat anlayışı ortaya koymasıdır. Allah tüm kainatı; insanı, bitkileri, hayvanları, canlı-cansız her şeyi, mikro ve makro dünyadaki her detayı müthiş bir sanatla yaratmıştır. Dolayısıyla sanat, estetik, müzik ve neşe Allah’ın beğendiği güzelliklerdendir.

Hz. Davud (a.s.)’ın Müzik Eşliğinde Dans Ettiği Tevrat’ta Bildirilmiştir

Tevrat, Kuran'da bildirildiği üzere, sonradan tahrif edilmiş ve içine insan sözleri katılarak, hak kitap olma özelliğini kaybetmiştir. Bu nedenle bugün elimizdeki Tevrat, "muharref (tahrif edilmiş) Tevrat"tır. Ancak Tevrat, Kuran ayetleri ve Peygamber Efendimiz (sav)'in hadisleri ile birlikte incelendiğinde, içinde hak dine ait pek çok konunun korunduğu, birçok güzel ve hikmetli açıklamalar içerdiği görülebilir.

Bu gözle bakılarak, Tevrat’ın tahrif olmuş bölümlerinden ayırt edilebilen kıssalardan birinde Hz. Davud’un müzik eşliğinde dans ettiğinin bildirildiğini görürüz:

… Bu arada Davut’la bütün İsrail halkı da Rab’bin huzurunda lir, çenk, tef, çıngırak ve ziller eşliğinde ezgiler okuyarak var güçleriyle bu olayı kutluyorlardı…

... Keten efod kuşanmış Davut, Rab’bin huzurunda var gücüyle oynuyordu.  Davut’la bütün İsrail halkı, sevinç naraları ve boru sesi eşliğinde Rab’bin Sandığı’nı getiriyorlardı.…

... Davut, “...beni seçen ve halkı İsrail’e önder atayan RAB’bin huzurunda oynadım!” diye karşılık verdi,

“Evet, RAB’bin huzurunda oynayacağım.”

(2. Samuel, 6:5-23/Antlaşma Sandığı'nın Yeruşalim'e [Kudüs'e] Getirilişi)

İslam’da Müzik ve Dans Haram Değildir

Bağnaz anlayışta, müzik dinlemek ve dans etmek de “dünya hayatına meyletmek; insanların beğenisini hedefleyerek Allah’ın rızasını aramaktan ve ihlastan uzaklaşmak” şeklinde yorumlanır. Oysa Müslümanlar hal ve tavırlarıyla olduğu gibi neşeleri ve eğlenceleri ile de insanları İslam ahlakının güzelliğine, asaletine davet ederler. Hatta bu Müslümanı Müslüman yapan önemli bir özelliktir.

Yaşadığımız ortamların; evlerin, sokakların, caddelerin, iş yerlerinin temizliği, bakımı, dekorasyonu ya da sanatsal açıdan daha güzel ve daha gösterişli hale getirilmesi de, İslam’a göre gereksiz harcanan bir emek ya da bir vakit kaybı değildir. Tıpkı bunun gibi müzik dinlemek ve dans etmek de Kuran’a göre haram değildir. 

Dolayısıyla bugün İslam alemi içerisinde, sanata, estetiğe, müziğe ve dansa karşı tavır alanlar kesinlikle yanlış bir tutum içerisindedirler. Bu bakış açısındaki insanların hedefledikleri hayat, sonunda kendilerinin de yaşayamayacakları bir ortama dönüşecektir. Zira bunu hiç düşünmemektedirler. Sanata, estetiğe, inceliğe, güzelliğe, kaliteye, düzene önem verilmeyen bir dünya adeta cehenneme dönecektir. Nitekim şu an dünyanın pek çok yerinde bu perişan ortamlara dair çok fazla örnek oluşmuş durumdadır.

Oysa Allah bizden, dünya ortamını bir nevi “Cennet”e dönüştürmemizi istemiştir. Bu dünyada, hayatın her alanında, cennetin olabilecek en yakın modelini oluşturma arzusu, Müslümanların cennet özlemlerinin ve cennet sevgilerinin bir gereğidir. Bu dünyada cennete özlem duymayan, cennette olacağı anlatılan güzelliklerin benzerlerini burada da oluşturmaya çalışmayan, bunları “lüzumsuz ve hatta çirkin gören” bir insanın, cennete layık olacak ve cennetten zevk alabilecek bir akla ve ahlaka sahip olmasından da elbette ki söz edilemez.

Sayın Adnan Oktar Müzik ve Dansın Cennet Nimetlerinden Olduğunu Anlatıyor

ADNAN OKTAR: Müzik ne büyük nimet. Dünyanın müthiş bir güzelliğidir müzik. Müziği Allah yaratıyor. Diyorlar ki, “sanatçı hazırladı, müzik aletlerinden çıkıyor ses”. Allah yaratıyor müziği. Dünya yaratılmadan müzik yaratılmıştı, Allah kullarına bir güzellik olarak, nasıl yiyecek, içecek bir nimetse müziği de bir nimet olarak yaratıyor, cennetin bir güzelliği. Dans ya da ritm. Allah onları da sevdirmiş. Mesela dans hoşumuza gidiyor. Niye? Cennetten biliyoruz, içgüdü olarak biliyoruz.

Cennette olanı dünyada gördü mü hoşuna gider. Mesela altın hoşumuza gider. Sarı bir maden ama cennette de var, aklımız hep ona gidiyor. Değerli taşlar mesela pırlanta, cennetten kalma bir sevgidir o. Gördü mü bir insan hemen muhabbet duyuyor. (A9 TV sohbeti, 28 Temmuz 2014)

İslam Dininin Modernlik, Kalite ve Estetik Yönünü Göstermek En Güzel Tebliğ Yöntemlerinden Biridir

Sanata, estetiğe, müziğe, dansa, inceliğe, kaliteye cephe alanlar, bu güzellikleri oluşturmaya çalışan insanlara karşı olanlar, bu yaklaşımlarıyla İslam’a da büyük zarar verdiklerini unutmamalıdırlar. İslam alemini modernliğe, aydın, kaliteli, medeni bir dünyaya zıt bir bakış açısındaymış gibi gösteren kişiler, dünya çapında İslamofobi algısını giderek güçlendirmekte, dünyanın pek çok yerinde Müslümanlardan korkulmasına ve bunun sonucunda da Müslümanların yaşadıkları her yerde ezilmesine ve zulme uğramalarına neden olmaktadırlar.

Dolayısıyla İslam’a eğer gerçekten fayda vermek istiyorlarsa, bu kimselerin asıl yapmaları gereken, ahlaklarıyla, tavırlarıyla, yaşam tarzlarıyla, yaşadıkları ortamların güzelliğiyle tüm dünyaya örnek olmaları; ince bir akla, üstün bir incelik, nezaket, sanat, estetik, modernlik ve kalite anlayışına sahip olduklarını ortaya koymalarıdır. İslam ahlakı yaşandığında dünyanın çok üst bir medeniyete ve cennet benzeri bir ortama ulaşacağını tüm dünyaya ispat etmeleridir. Eğer İslam’a faydalı olmak ve Allah’ın rızasını kazanmak istiyorlarsa, işte asıl etkili olacak olan tavırlar Allah’ın izniyle bunlardır.

Peygamberimiz (s.a.v.) Sahabelerle Birlikte Müzikli Ortamlarda Bulunmuş, Neşeyi ve Eğlenmeyi Daima Teşvik Etmiştir:

Âmir b. Sa’d’den nakledilmiştir:

“Bir düğün münâsebetiyle Karaza b. Ka’b ve Ebu Mes’ûd el-Ensârî’nin yanına gittim. Küçük bir kız çocuğu şarkı söylüyordu. Ben: “Siz Resulullah (s.a.v.)’in arkadaşları ve Bedir ashabından olduğunuz halde, sizin yanınızda bunlar (nasıl) yapılıyor?” dedim. Onlar: “İster bizimle kalırsın, istersen gidersin. Bize, düğünde eğlenmeye, izin verildi.” dediler. (İbn Hacer, Metâlib, II, 54; Cüdey’, Ehâdîs-ü Zemmî’l-Gınâ, s., 50)

Aişe (r.a.) rivayet ediyor: Resulullah (S.A.V.) bir düğünlerinde Ensar kadınlarına uğradı. Onlar şarkı söylüyorlardı... (İbni Mace, Nikah:21, Buhari, Nikah:48, Megazi:12)

...Muavviz b.Afra’nın kızı er-Rubey gelin olduğu zaman, düğün törenine Peygamberimiz (S.A.V.) de gitmiş ve onun yanına oturmuştu. Bu sırada bazı kızlar, def çalıp Bedir günü şehit olanların menkıbelerini şarkı şeklinde söylemeye başlamışlardı. (Buhari , Nikah, 49/1, VII/25, Tirmizi, Nikah, III/399)

İbni Mace bildiriyor ki: Hazret-i Âişe, Medineli bir yakınını evlendiriyor. Düğün yerine gelen Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kızı gelin ettiniz mi?” diye sorar. Evet derler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kızla birlikte türkü söyleyecek birini de gönderdiniz mi?” buyurur. Hazreti Âişe, “hayır” deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Ensar arasında böyle günlerde eğlence geleneği vardır. Keşke kızla birlikte şarkı söyleyecek birisini gönderseydiniz de onlar şöyle söyleselerdi: “Size geldik, size geldik. Bize şenlik, size şenlik.””

Yine Hz. Aişe (r.a.), bir kadını Ensar’dan bir kişiyle evlendirmişti. Peygamberimiz (S.A.V.): Ya Aişe, sizin beraberinizde def çalan, şarkı söyleyen şarkıcılarınız yok mu? Çünkü Ensar böyle oyun ve eğlencelerden hoşlanır.” (Buhari, Nikah 64/1, VII/28)

İbni Mace bildiriyor ki: Hazret-i Peygamber (s.a.v.) bir kere Medine’de bir yerden geçerken def çalıp türkü söyleyen kızların, “Nahnu cevarin min beni’n-neccar /Ya habbeza Muhammedün min car” = “Biz Neccaroğuları kabilesine mensup kızlarız. Hazret-i Muhammed (s.a.v.) ne iyi ve ne hoş bir komşudur” beyitlerini söyleyen kızlara,“ ALLAHU YA’LEMU İNNİ UHİBBUKÜNNE” “Allah bilir ki ben de sizi seviyorum” diyerek iltifatta bulundu. (Kettani, et-Teratib, II, 130; Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVII, 199-200) ve (İBNİ MACE, NİKAH 21/1899, I/612)

Amr İbnu Şuayb an ebihi an ceddihi’den ravi edilmiştir: Bir kadın (gelerek): “Ey Allah’ın Resulü! Ben senin yanı başında def çalmaya nezrettim! (adak adadım)” dedi. Aleyhissalatu vesselam: “Nezrini (adağını) yerine getir!” buyurdular.(Ebu Davud, Eyman 27, (3315)




KİTAP-KARANLIK TEHLİKE; BAĞNAZLIK (ADNAN OKTAR/HARUN YAHYA)