26 Aralık 2014 Cuma

Müslümanlar İçin Tevekkül ve Teslimiyet Tek Yoldur


Allah’ın gücünü, yardımını ve dostluğunu bilen müminler için tevekkül ve teslimiyet tek yoldur ve yolların en güzeli ve en kolayıdır. Aksi takdirde insan kaldıramayacağı ağır bir yükün altına girer. Bediüzzaman Said Nursi, bir sözünde insanın tevekkül etmediği takdirde, kendi kendini nasıl bir zorluk içine sokacağını şöyle ifade eder:

“İnsan zaîftir, belaları çok. Fâkirdir, ihtiyacı pek ziyâde. Acizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve îtimad edip (güvenip) teslim olmazsa, vicdanı daim azâb içinde kalır. Semeresiz meşakkatler (güçlükler), elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.” (Sözler, s. 29)

Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki, burada anlatılanlar insanların kendilerini veya birbirlerini teselli etmeleri, zorluklar karşısında düşünerek kendilerine telkinde bulunmaları için verilen bilgiler değildir. Bunlar Allah’ın yaratışının ve dünya hayatının gerçek yüzüdür. Asıl, aksine inanan veya aksine göre davranan kendini aldatmış ve yanıltmış olur. Dolayısıyla din ahlakından uzak yaşayan bir insan en varlıklı ve en rahat günlerinde dahi tevekkülsüzlüğün sıkıntı ve gerilimini yaşarken, gerçeklere iman eden bir mümin, her ne koşulda olursa olsun din ahlakının insanlara getirdiği kolaylığı, neşeyi ve konforu yaşar.

Allah Kuran’da müminler için şöyle bildirir:

“Haberiniz olsun; Allah’ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır. Onlar iman edenler ve (Allah’tan) sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.”(Yunus Suresi, 62-64)


Müminler Allah’tan Razıdırlar


Allah’ı dost ve vekil edinen ve Allah’ın yarattığı her olaydan, her görüntü ve her konuşmadan razı olan bir insan kaderinden de razıdır. Allah, insanları denemek için kaderlerinde farklı olaylar ve görüntüler yaratabilir. Bunlar kimi zaman ürkütücü, kimi zaman zorluk ve sıkıntı dolu görülebilir. Ancak bu olayların her biri Allah Katında en ince detaylarına kadar planlı ve saklıdır. Örneğin, Hz. Yusuf (a.s.) hiçbir suçu olmadığı halde yıllarca zindanda kalmıştır. Bu onun kaderindedir. Fakat, Hz. Yusuf (a.s.) Allah’ın yarattığı kadere hoşnutluk ve sevinçle teslim olduğu için, hapis ona bir zorluk ve sıkıntı değil, aksine birçok nimetin ve güzelliğin kapısını açan bir olay olarak görünmüştür. Söz gelimi, böyle bir zorluk anını kolaylıkların ve konforun olduğu bir ortamla karşılaştıran mümin, nimetlerin zevkine daha şiddetle varır. Her gün bir gül bahçesi gören bir insanın bu bahçeden alacağı zevk ile, yıllarca beton duvardan başka bir şey görmemiş bir insanın gül bahçesinden alacağı zevk elbette ki çok farklıdır. Zorluğu, çirkinliği bilen bir insan rahattan ve güzellikten çok daha büyük bir zevk alacaktır. Veya kaderinde Hz. Yusuf (a.s.) gibi haksızlığa, zorluğa, hapis gibi bir ortama sabretmek olan bir insan, bunun ahirette kendisine Allah’tan bir hoşnutluk ve ecir olarak döneceğini düşünerek, kaderine sevinir. Sonuçta, kaderinde olanı yaşadığını ve kendisi dahil olmak üzere hiçbir yaratılmış varlığın onun kaderinin önüne geçemeyeceğini, kaderindeki tek bir saniyeyi dahi değiştiremeyeceğini bilir ve kaderine teslimiyetin rahatlığını yaşar.
Kadere teslim olan bir mümin elbette ki, her konumda elinden gelenin en fazlasını yaparak çaba gösterir. Söz gelimi hastalanan bir insan elbette ki doktora gidecek, ilaçlarını alacak ve hastalığı ile ilgili herşeye dikkat edecektir. Ancak bunları yaparken, gittiği doktorun, aldığı ilaçların ve tedavisinin sonucunun da Allah’ın yarattığı kaderde olduğunu bilerek davranır. Bu nedenle, hiçbir zaman mutsuzluğa, telaşa, sıkıntıya veya karamsarlığa kapılmaz. Allah’ın kendisi için dilediğinin en hayırlısı olduğunu bilmenin huzur ve güvenini yaşar. İnsanın her olayda bir hayır olduğuna iman etmesi son derece önemli bir konudur.

Müminler, şer gibi görünen olaylarda dahi onun kendileri için büyük bir hayır olduğuna iman eder ve Allah’a tevekkül ederler. Bu, sadece müminlere has bir özelliktir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadisinde bu konuya şöyle dikkat çekmiştir:


“Mü’min kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum, sadece mü’mine hastır, başkasına değil: Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder, bu ise hayırdır; bir zarar gelse sabreder bu da hayırdır.” (Muslim, Zuhd 64, 2999)

Kaderle İlgili Yanlış İnançlar İnsanları Üzüntü ve Sıkıntıya Sürükler



İnsanların büyük bir bölümü kaderi bilirler, ama kaderle ilgili çarpık anlayışlara sahiptirler. Örneğin sadece insanın saç rengi, boyunun uzunluğu, hangi anne babaya sahip olacağı gibi belirli konuların insanın kaderinde olduğunu diğer konularda ise eğer çok çabalar, çalışır ve azim gösterirlerse kaderlerini değiştirebileceklerini zannederler. Oysa gerçek şudur: Bir insanın her anı, tüm yaşantısı, hayatı boyunca karşılaştığı ve karşılaşacağı her olay, her konuşma, her bakış, her ses kaderindedir. Örneğin şu an bu derginin bu satırlarını okuyan kişinin kaderinde bugünün bu saatinde bu satırları okumak zaten vardır. Allah bu anı, siz daha yaratılmadan milyonlarca yıl önce de bilmektedir. Belki bu dergiyi okuyana kadar insan birçok olay yaşamıştır. Örneğin tam okumaya başlayacakken kapı çalmış ve bir arkadaşı gelmiştir. Böylece dergiyi okuması üç saat sonraya ertelenmiştir. Eline dergiyi alıp da tam o sırada kapının çalması, kapıyı açtığında arkadaşının gülen yüzü, “merhaba” deyişi, dergiyi okuma saatinin üç saat ertelenmesi harfi harfine, siz bunları yaşamadan önce Allah’ın hafızasında, sizin, arkadaşınızın ve bu derginin kaderinde belirlenmiştir. Allah bir ayetinde bu konuyu şöyle bildirir:
“Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” (Yunus Suresi, 61)

Allah’a Tevekkül Etmenin ve Teslim Olmanın Kolaylığı



“Bize ne oluyor ki, Allah’a tevekkül etmeyelim? Bize doğru olan yolları O göstermiştir. Ve elbette bize yaptığınız işkencelere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler Allah’a tevekkül etmelidirler.” (İbrahim Suresi, 12)
Her insanın hayatında “olumsuzluk”, “terslik” gibi görünen birçok olay meydana gelir. Bunlar bir insanın tüm hayatını etkileyecek kadar şiddetli gibi görünen veya günlük hayat içinde karşılaşılan ufak tefek olaylar olabilir. Kuran ahlakını yaşamayan insanlar, en küçüğünden en büyüğüne kadar nefislerinin hoşlanmadığı bu tür olaylarla karşılaştıklarında sıkıntı, endişe, mutsuzluk, gerginlik ve korku duyarlar. Oysa bu onların çok önemli bir gerçekten habersiz yaşamalarının sonucunda kendi kendilerine yaşattıkları bir zulümdür. Allah’ın bir ayetinde bildirdiği gibi “...Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (Tevbe Suresi, 70) Allah’a iman etmeyen veya iman ettiği halde Allah’ın bildirdiği gerçekleri görmezden gelerek yaşamayı tercih eden insanların daha dünyada aldıkları karşılık, hep böyle endişe, üzüntü ve kuruntu içinde yaşamak, birçok korkuya ve zayıflığa sahip olmaktır.

Gerçeği bilenler içinse, dünya hayatında korku, endişe veya mutsuzluk nedeni olabilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü iman edenler, her olayı Allah’ın kaderde yarattığını, herşeyin Allah Katındaki Levh-i Mahfuz isimli kitapta bulunduğunu ve kendilerinin de diğer tüm insanlar gibi kaderin izleyicisi olduklarını bilirler.

Allah’ın yarattığı olayların kendileri için her zaman güzellikle sonuçlanacağını, Yüce Allah’ın salih kullarının kaderini en hikmetli ve kendileri için en hayırlı şekilde yarattığını asla unutmazlar.

23 Aralık 2014 Salı

AHİRETTE İNKARCILAR İÇİN ACI İNANANLAR İÇİN MUTLULUK YARATILMIŞTIR




İnananların istek duydukları herşey ahirette en fazlasıyla yaratılmıştır. Cennet hayatında, nimet olarak sınırsız bir bolluk ve güzellik olacaktır. Aynı zamanda inananlar cennette manevi yönden de büyük bir haz yaşayacak, mutluluk, sevgi, neşe, huzur, güven gibi duyguları da dünya hayatındakilere kıyasla çok daha güçlü şekilde hissedeceklerdir. İnkarcılar içinse cehennem hayatındaki acılar ve azaplar en belirgin ve hissedilir şekilde yaşanacaktır. Allah Kuran'da inkarcıları acı bir azapla, iman edenleri ise nimetlerle dolu cennetlerle müjdelediğini bildirmiştir:

Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver. (Lokman Suresi, 7)

Rableri onlara Katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için, kendisine sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. (Tevbe Suresi, 21)

Ahirette inkar edenlerin cehennemde yaşayacakları acı bu dünyadakilerle kıyaslanmayacak kadar fazla olacaktır. İnkarcılar, daha önce hiç yaşamadıkları ve tahmin edemedikleri kadar şiddetli bir azap ile cezalandırılacaklardır. Cehennemdeki ateşin şiddetini açıklamak için Kuran'da birçok ayette "çılgınca yanan ateş" ifadesi kullanılmıştır. Başka ayetlerde ise ateşin şiddeti şöyle bildirilmektedir:

Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir: Başın derisini kavurup soyar. (Mearic Suresi, 15-16)

Cehennemdeki bu şiddetli azabın aksine, cennet halkına, çok mutlu ve huzurlu bir ortam hazırlanmıştır. Allah, cenneti iman eden kulları için en güzel ve en kusursuz şekilde yaratmıştır. Ayrıca orada iman edenler için Allah'tan olan bir hoşnutluk vardır. Allah onlardan razı olmuş ve onları ebedi bir mutlulukla mükafatlandırmıştır. Kuran'da Allah'ın hoşnutluğunun en büyük karşılık olduğu şöyle bildirilmektedir:

Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)

Cennet ile cehennem halkı arasındaki farkı Allah bir ayette şöyle bildirmiştir:

Takva sahiplerine vadedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orada onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)
İmam Gazali tefekkürlerinde cennet ve cehennem arasında, azap ve nimet bakımından ne kadar keskin farklılıklar olduğuna değinerek insanları bu yönde akılcı bir şekilde düşünmeye davet etmiştir:

Bil ki, gamlar ve kederlerin (ki bunlar bir ateştir) bildiğin cehennem evinin karşılığında bir başka ev vardır. (O da cennettir) Onun nimetlerini ve vereceği sevinçlerini düşün. Çünkü, bu ikisinin birinden uzak olan hiç şüphesiz diğerinde karar bulur. Cehennemin korkunçluklarını uzun uzun düşünüp kalbine yerleştir. Cennet ehline va'dedilmiş olan ebedi nimetleri de uzun uzun düşünerek kalbine bir ümid yerleştir. Nefsini korku kırbacıyla sevk edip, ümit yuları ile onu sırat-ı müstakime (doğru yola) götür. Bu suretle büyük bir varlığa nail olur, elem verici azaptan  kurtulursun. Cennet ehlini düşün, ki yüzlerinde cennet nimetlerinin güzelliği vardır. 
Canlarının istediklerini bularak orada ebedi kalıcıdırlar. Onlar cennette ne korkarlar ve ne de mahzun olurlar. Onlar ölüm endişesinden emindirler.

Sonra, şimdi bir cennetin odalarını ve cennetin derecelerinin yüksekliğini ve çeşitliliğini düşün. Çünkü ahiret dereceler bakımından en büyüktür, fazilet bakımından da en büyüktür. Nasıl, insanlar dünyadaki zahiri ibadetleri ve batıni güzel ahlakları bakımından aralarında farklı iseler, aynı şekilde dünyada işledikleri amellerin karşılığı olarak görecekleri mükafat ve cezalarda  da farklı olacaklardır. Eğer sen ey insan, ahirette en yüksek derecelere nail olmak istiyorsan Allah (cc)'a ibadet ve itaatte seni hiç kimsenin geçemeyeceği şekilde çalış. Allah (cc) ibadette birbiriyle yarışmayı emretmiştir. (İmam Gazali, Kalplerin Keşfi, sf. 534-539) 
 
Görüldüğü gibi, ahiret için insanın karşısında iki seçenek vardır: ya sonsuza kadar yalnızca şiddetli ve tarifsiz bir azabın olduğu cehennemi ya da en büyük mutlulukların ve güzelliklerin yaşandığı cenneti tercih edecektir. Bu seçimin sonucu, akıl sahibi tüm insanlar için elbette "sonsuz nimetlerle dolu mutluluk mekanı olan cennet" olacaktır. Çünkü hiç kimse sonsuza dek Allah'ın dilemesi dışında hiçbir kurtuluş imkanının bulunmadığı, maddi manevi her türlü güzelliğin yasaklandığı bir yerde ateş azabı, acı ve pişmanlık içerisinde yaşamak istemez. Elbette ki sonsuza kadar sürecek yaşamını hiçbir zorluğun, sıkıntının, kötülüğün, eksikliğin yaratılmadığı; yalnızca nimet ve güzelliklerden oluşan bir yerde, sevdiği insanlarla birlikte mutluluk içinde geçirmeyi arzu eder.

Ahiret hayatı Rabbimiz'in bildirdiği kesin bir gerçektir. Ahiretteki şiddetli azaptan kurtulup güzel bir son ile karşılaşmak için, insanın bu gerçeğin açık bir şekilde şuuruna varması gerekmektedir. Dünya hayatında kendisine tanınan süreyi Allah'ın rızasını kazanacak salih amellerde bulunarak ve O'nun beğendiği ahlakı kazanmaya çalışarak geçirmelidir.
Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki, insan hayatının sonuna kadar yaptıklarıyla da yetinmemelidir. Çünkü hiç kimse yapmış olduklarının kendisini kurtuluşa erdirebileceğinden emin olamaz. Bu bakımdan hem cennete girebileceğini umarak sevinmeli, hem de cehennem azabından korkarak hayırdan yana harcadığı çabasını artırmalıdır. 

Allah'ın "Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır." (Kehf Suresi, 46) ayetiyle bildirdiği gibi, sürekli olan bir çabanın Allah'ın rahmetini kazanmaya daha yakın olduğunu bilerek ömrünün sonuna kadar salih davranışlarda bulunmaya devam etmelidir. Hz. İbrahim (as)'ın Kuran'da "Beni nimetlerle-donatılmış cennetin mirasçılarından kıl." (Şuara Suresi, 85) sözleriyle bildirilen duasında olduğu gibi, Allah'ın kendisini cennetiyle lütuflandırması için dua etmelidir.



HERŞEYİN ASLI AHİRETTEDİR

 

Kuran'da ahiret hayatının "asıl hayat" olarak tanımlanması, tüm insanların üzerinde düşünüp öğüt almaları gereken bir konudur. Kuran'daki bu ifade, dünya hayatında gerçek sandığımız herşeyin sanılandan çok daha farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşadığımız bu hayat, insanların bir ömür boyunca peşinden koştukları değerler, elde etmeye çalıştıkları tüm güzellikler ahiret ile kıyaslandığında "asıl olan" değil "sahte olan"dır; yani bu dünya Allah rızasını aramayan insanlar için sahte metalar, sahte hırslar, sahte başarılar, sahte sevgiler, sahte dostluklarla doludur. Müminler ise dünyada, cenneti ummanın mutluluğunu yaşayacak, ahirette de neşe, sevinç, mutluluk gibi     duyguların "gerçeği" ve "eksilmeyeni" ile mükafatlandırılacaklardır. O halde böyle bir durum karşısında kişinin kendisine şu soruları sorması gerekir:

Eğer bu dünyada bütün yaşadıklarım sahte ise ve bunların asıllarıyla yalnızca ahiret hayatında karşılaşacaksam, neden geçici ve aldatıcı olanlarla yetinip, bunlar için sonsuz ve gerçek olanları kaybedeyim?


Neden hiç kaybolmayacak, ebediyen var olacak güzellikler için çaba harcamayayım?
İnsan samimiyetle kendisine bu soruları sorar ve aynı samimiyetle cevaplarsa, doğru olan için çaba harcayacak, dolayısıyla hem dünyada hem de ahirette mutlu bir yaşam sürecektir. Aklını kullanabilen her insanın bu sorulara vereceği cevap ise, elbette 'Bu dünyadaki en önemli amacım Allah'ın rızasına uymak ve ahirette sonsuza kadar sürecek olan gerçek hayatım için çaba harcamaktır' şeklinde olacaktır. Bu gerçeği görebilen bir insanın aynı mantıkla kendisine sorması gereken bir başka soru da, Kuran'da bildirilen ve elçi olarak gönderilen kişinin kavmine yönelttiği şu soru olmalıdır:


Bana ne oluyor ki, beni Yaratan'a kulluk etmeyecekmişim? Siz O'na döndürüleceksiniz." (Yasin Suresi, 22)


İnsanlar, sonunda Allah'a döndürülecekler ve ahirette herşeyin aslıyla karşılaşacaklardır. Bu nedenle insan Kuran'da 'asıl hayat' olduğu bildirilen ahireti samimiyetle düşünmeli, sonsuz rahmeti ve lütfuyla insanlar için böyle büyük bir nimet bahşeden Rabbimiz'e şükrederek Kuran ahlakını yaşamalıdır.





15 Aralık 2014 Pazartesi

Allah Enaniyet Yapan İnsanın Aklını Ve Güzelliğini Alır



Enaniyet niçin insanın aklını örter?

Aklı örtülen bir insanın ruh hali nasıldır?

Enaniyet fiziksel görünümde nasıl bir tahribat meydana getirir?

İnsan biraz düşünse, bu dünyaya kendi iradesiyle gelmediğini, ne kadar kalacağını bilmediğini, sahip olduğu fiziksel özelliklerin kendi seçimiyle kendisine verilmediğini rahatlıkla görür. Kendi bedeni de dahil olmak üzere sahip olduğu herşeyin geçici olduğunu ve sonunda yok olacağını anlar. Bütün bunlar bu kişinin tümüyle aciz olduğunun, hiçbir şeyin, hatta en çok sahiplendiği şeylerin bile gerçekte kendisine ait ve kendi kontrolü dahilinde olmadığının en açık delillerindendir. Biraz daha derin düşününce bu deliller çoğaltılıp çeşitlendirilebilir. Bu gerçekler karşısında insanın enaniyet yapmasının ne kadar küçük düşürücü, akıl dışı ve mantıksız bir tavır olacağı ortadadır. Fakat insanların çoğu bu kadar basit gerçekleri bile düşünemeyecek ya da unutacak bir bilinçsizlik içinde yaşamaktadırlar. İşte bu sebeptendir ki, günümüzde az veya çok, enaniyet yapmayan bir kimseye rastlamak oldukça zordur.

Halbuki Allah’ın büyüklüğünü, herşeyi yoktan var ettiğini, insanlara sahip oldukları bütün imkan ve özellikleri verenin O olduğunu, dilediği anda hepsini geri alabileceğini, tüm canlıların ölümlü olduğunu, tek baki kalanın (varlığının sonu olmayan) da Allah olduğunu bilen ve sürekli bunun şuurunda olan bir insanın, kibirli ve azgın bir tavır içinde olması mümkün değildir. Ancak bunları kavrayamayan, eksikliklerini, acizliklerini ve ölümlü olduğunu unutan bir insan böyle bir şeye cüret edebilir. İşte bu mantık içinde olan kişinin aklı zamanla örtülür.

Enaniyetli kişide konuşma bozukluğu dikkati çeker. Rahat, akıcı ve samimi konuşamaz. Bu tür insanlar akıllarını beğendikleri için, mantık örgüleri çok bozuk olur. Samimi ya da hikmetli konuşmak yerine, kusurlarını örtecek şekilde süslü ve güzel konuşma yapma, hatalarının ortaya çıkmasını engelleme ya da insanların hoşnutluğunu kazanma amacıyla konuşurlar. Bu yüzden de kurdukları her cümle hem akılsızca olur, hem de dürüst olmadıkları rahatça anlaşılır. Özellikle de nefisleri köşeye sıkıştığı zaman, yani hataları ortaya çıktığında veya hoşlanmadıkları bir hatırlatma yapıldığında bu sayılan özellikler çok daha yoğun olarak kendini gösterir.

Hasta ve Bozuk Bir Ruh Haline Sahiptirler

Normal bir insanın açık, dışa dönük, samimi ve ferah bir hali varken, bu kişilerde karanlık ve bozuk bir ruh hali vardır. Bir gurur ve aldanma içinde olan bu kişilerin iç dünyası, stresli, korkularla kaplı, ince hesapların yapıldığı, kafanın küçük küçük içten pazarlıklarla dolu olduğu, zifiri karanlık bir dünyadır. Böyle bir hal kişiyi yıpratır ve yaşlandırır; ruh sağlığını da fazlasıyla bozar.

Ruhi açıdan diğer insanlardan zayıf olan bu kişiler, soğuk olurlar. Onlardan güzel bir mimik, sevgi alameti, takdir görmek veya teşvik edici bir söz duymak neredeyse mümkün değildir. Bulundukları ortamda gülmek, eğlenmek çok zordur. Özellikle erkeklerde ani saldırganlıklar, parlamalar çok yaygındır. Kadınlarda ise enaniyet, huzursuz ve gergin bir yapı ile kendini gösterir. Bundan dolayı bulundukları ortamda hava sürekli gergindir, en ufak bir konuyu bahane ederek problem çıkartabilirler.

En Büyük Korkuları Hata Yapmaktır

Büyüklük gururu içinde olan kişilerin bütün hareketleri ve düşünceleri, insanların gözünde değer kazanıp üstün olmaya göre ayarlıdır. Bu yüzden de hata yapmaktan çok korkarlar. Zira hata yapınca küçük düşeceklerini, insanların gözünde değer kaybedeceklerini düşünürler. Kendilerinden garip bir şekilde emindirler ama eminliklerinin yanında sürekli olarak hatalı bir tavırda bulunma ihtimalinin endişesini yaşarlar. Kendilerini her türlü hatadan soyutlamaya çalışırlar; hiçbir hatayı kendilerine yakıştırmaz ve kabul etmezler. Asla hata yapmayacaklarını düşünürler. Sürekli olarak her konuda kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar. Bir ayette bu tür kimseler hakkında şöyle bildirilir:

Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar, ‘bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar’ bile haksızlığa uğratılmazlar. (Nisa Suresi, 49)

Öte yandan bu kişilerle aynı ortamı paylaşan diğer insanlar da, onların yanında hata yapmaktan çekinirler. Çünkü başkalarının hatalarını çok büyütür ve sık sık dile getirirler. Hata yapan kişilere karşı acımasız, alaycı ve küçümseyen bir tavır gösterirler. Çünkü diğer insanların hataları dışa vurulup, gündeme geldikçe kendi hatasızlıkları ortaya çıkacaktır. Bu tutumlarından dolayı da, kimse yanlarında rahat edemez; herkes onlarla beraber olmaktan huzursuzluk duyar. Bu tip kişiler etraflarında sürekli negatif bir hava oluştururlar.

Enaniyetli insanlar bahsedilen nedenlerden ötürü hiçbir zaman samimiyeti tadamazlar. İnsanlara karşı hep uzak ve içten pazarlıklı davrandıkları için böyle bir zevkten mahrum kalırlar. Dolayısıyla hem kendileri kimseye samimiyet gösteremezler, hem de başkaları onlara samimi davranamaz. Çünkü her an samimi hareketleriyle, hatalarıyla, doğal eksiklikleriyle veya zevk ve eğlenceleri ile alay konusu olmaktan korkarlar. İşte bu kötü ahlakları, ellerindeki gücü veya serveti kaybettikleri anda yalnız kalmalarına sebep olur. Ancak unutmamak gerekir ki, kendilerini en kudretli zannettikleri zamanlarda bile, Kuran ahlakından uzak karakterleri sebebiyle manevi yönden yalnızdırlar.

Kibirli bir kişi ile Allah’a teslimiyetli bir mümin kıyaslandığında, aralarında fiziksel ve ruhsal bir farklılık olduğu hemen göze çarpar. Özellikle yaş ilerledikçe söz konusu fark inkar edilemez hale gelir. Enaniyetli insan bu şekilde en büyük zararı kendine vermiş olur. Oysa müminler Allah’a teslim olmanın ve kadere inanmanın getirdiği ruh hali ile son derece neşeli, rahat ve huzurlu bir hayat sürerler. Doğal yaşlanma belirtileri elbette onlarda da görülür. Ama bu belirtiler enaniyetin getirdiği stresin ve karanlık ruh halinin etkisiyle meydana gelen çöküntüden çok farklıdır. Böylece müminler hem dünyada rahat ve kazanç içinde olurlar, hem de ahirette güzel bir hayat yaşarlar.

Eleştiriye Tahammül Edemezler

Eleştirilmek, kibirli ve gururlu insanların hiç hoşlanmadıkları bir durumdur. Kendilerine eleştiri yapıldığında ya da hataları söylendiğinde el ve yüz kaslarının gerildiği, mimiklerinin donuklaştığı görülür. Prestijlerini kaybetme endişesiyle sanki “dünya başlarına yıkılmış” gibi olurlar. Kendileri başkalarının hatalarını alaycı ve kibirli bir gözle değerlendirdiklerinden, başkalarının da kendilerine alaycı bakacağını, küçümseyeceğini düşünürler. Bir konuda eleştiri yapıldığında veya öğüt verildiğinde herkesin önünde küçük düştüklerine inanırlar. Böyle bir ruh hali yalnız manevi olarak değil, fiziksel olarak da etkilenmelerine sebep olur. Mimiklerinin doğallığı bozulur, ses tonlarında ani iniş çıkışlara rastlanır, doğal hallerinde bulunmayan “tikler” ortaya çıkar. Böylelikle maddi ve manevi yönden şiddetli bir sıkıntı ve kasılma hali yaşarlar. Bu hal içerisinde rahatlığı, huzuru bir türlü yakalayamazlar.

Herşeyden önce “en güzel”, “en akıllı”, “en kaliteli” olma gibi bir iddia ile yola çıkmışlardır. Bu da onları sürekli olarak sıkan, baskı altına alan bir konudur. Kendilerini bu derece üstün ve kusursuz gördükleri (daha doğrusu göstermeye çalıştıkları) için doğal olarak en ufak bir hatırlatma onları öfkeye kaptırabilir. Ancak, bu insanların unuttukları önemli bir nokta vardır: Kendilerini insanlara karşı hatasız, mükemmel göstermeye çalışabilirler. Bunda kimi zaman başarılı da olabilirler; etraflarındaki pek çok kişi onların gerçek manada kusursuz insanlar olduklarını düşünebilir. Ama ahiret günü yaptıkları tüm hatalar (ayırt edilmeksizin) tek tek karşılarına çıkacaktır. Çünkü “... onlar, Allah’ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?” (Bakara Suresi, 77) ayetinde ifade edildiği gibi, nefislerine ilişkin her detayı üstün kudret sahibi Allah bilmektedir. Onlar ise, insanları aldatmaya çalışırlarken son derece akılsız duruma düşmüş, Rabbimiz’i ve hesap gününü unutarak yalnız kendilerini aldatmışlardır.

Enaniyet, Kişinin Bedeninde Müthiş Bir Tahribat Oluşturur

Enaniyet, bir kişinin sürekli olarak dış dünyaya karşı temkinli davranmasına sebep olduğundan insanda bir müddet sonra yoğun bir stres meydana getirir. Hata yapma, eleştiri alma, küçük düşme, prestij kaybetme, ön plana çıkma, üstün olma, enaniyetini yaptığı şeyleri kaybetme gibi kaygılar kişiyi çok yorar, sürekli dikkatli olmasını gerektirir. Bu da stresin meydana gelmesi için ideal bir ortam oluşturur. Dolayısıyla enaniyetli bir insanın yüz ifadesi ve hali, tevazulu, tevekküllü bir insanınkinden çok farklıdır.

Stres içinde geçirdikleri hayatlarıyla enaniyetli kişiler, çevreye verdikleri zarardan çok daha fazlasını kendi bedenlerine verirler. Ama çoğunlukla bu durumun farkına varamazlar. Dışarıya karşı hep en iyi ve en üstün görünmek istedikleri için, kafalarında büyük bir baskı vardır. Bunun belirtilerini tüm vücutlarında görmek mümkün olur.

Ruhlarındaki huzursuzluk, bedenlerinde çeşitli etkilerle ortaya çıkar. Örneğin saçları zor uzar, mat ve cansız olur. Ciltleri parlaklığını yitirmiştir, kuru ve yaşlanmaya müsaittir. Yaşlılık etkileri çok fazla görülür. Ani kırışmalar olabilir. Ağızda kuruluk olur. Fiziki anlamda gösterişli bir insan bile olsalar, dikkatli bakıldığında bedenlerinde bir iticilik göze çarpar. Gözlerinin canlılığı gitmiştir, bakışları donuk olur. Yüz kaslarının kasıldığı, doğal olmadığı çok rahat anlaşılır. Enaniyetin etkisiyle kadınların ciltlerinde anlaşılmayan bir şekilde erkeksileşme görülür; ciltleri kalınlaşır, tüylenir, damarları çıkar, ellerindeki kemikler belirginleşir. Yine ciltlerinde genel bir sararma hakim olur.

Enaniyetli insan fiziki anlamda güzel ve gösterişli olsa bile, kibirden ve akıl eksikliğinden kaynaklanan bedeni bir “kavrukluk” hemen göze çarpar. Ancak bunun yanında samimi ve tevazulu bir mümin, orta bir güzellikte bile olsa imanın etkisiyle göze çok hoş ve heybetli gelir.

Enaniyetin kişinin fizik görünümüne yaptığı bu etkiler, iç organlarında da hasara yol açar. Kibirden kaynaklanan yoğun stres, tıpkı içki, sigara gibi etkisini yavaş yavaş gösterir ve sonunda önemli problemlere yol açar. Stresin birçok hastalığa sebep olduğu, uzmanlar tarafından da hemfikir olunan bir gerçektir. En çok görülen sonucu, mide ve  baş ağrıları şeklindedir. Diğer iç organlarda da bu ve benzeri birçok hasar meydana gelir. Elbette tüm bunlar bu kişilere dünya hayatında verilen belalardır. Bu kişilerin kendilerini düzeltmedikleri takdirde ahirette görecekleri karşılık ise çok daha büyük olacaktır.


24 Kasım 2014 Pazartesi

GERÇEK MUTLAK VARLIK ALLAH'TIR



Günümüzde bilimsel gelişmeler göstermektedir ki maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki kopyaları ile muhatap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zannederek yanılırız. Elinizdeki dergi, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler gerçekte beyninizin içinde görülmektedir. Peki bu görüntüleri beyninizin içinde gören kimdir?

Beyninizin içinde, bir göze ihtiyaç duymadan bu derginin görüntüsünü gören, gördüklerini anlayan, okuduklarından etkilenen, bunlar üzerinde düşünen kimdir? Beyne ulaşan elektrik sinyallerini bir kulağa ihtiyaç duymadan, bir dostunun sesi veya en sevdiği şarkı olarak dinleyen, dinlediklerinden zevk alan kimdir? Bu algıladıkları ile düşünen, sevinen, üzülen, heyecanlanan varlık, protein ve yağlardan oluşan beynin kendisi olabilir mi?

Bu sorular üzerinde düşünen bir insan şuurlu olarak gören, işiten ve hisseden varlığın madde ötesinde bir varlık olduğunu hemen görecektir. İşte bu varlık "ruh"tur. "Maddesel dünya" dediğimiz algılar bütünü, işte bu ruh tarafından seyredilen bir hayaldir. Ve biz bu hayalin, beynimiz dışında maddesel bir karşılığı var mı asla bilemeyiz. Çünkü duyularımız aracılığı ile hiçbir zaman beynimizin dışındaki dünyaya ulaşamayız. Nasıl rüyalarımızda maddesel karşılığı olmayan olay ve nesneleri gerçekmiş gibi görüyorsak, bu dünya hayatına ait görüntüleri de maddesel karşılıkları olmadan, beynimizde oluşan görüntüler olarak görüyor olabiliriz.

Sonuç olarak bizim madde olarak algıladığımız herşey, ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir. Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki kimyasal reaksiyonlar- değil, birer "ruh"tur. Tüm bu gerçekler, bizi çok önemli bir soruyla daha karşı karşıya getirir: Madem maddesel dünya olarak tanıdığımız şey gerçekte ruhumuzun gördüğü algılardan ibarettir, o halde bu algıların kaynağı nedir?...

Bu soruya cevap verirken dikkat edilmesi gereken gerçek şudur; maddenin kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur. Madde bir algı olduğuna göre, "yapay" bir şeydir. Bu algının bir başka güç tarafından yapılması, daha açık bir ifadeyle yaratılması gerekir. Hem de sürekli olarak yaratılması gerekir. Bu, bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi için, yayının da sürekli devam etmesi gibidir. Peki bizim ruhumuza yıldızları, dünyayı, bitkileri, insanları, bedenimizi ve gördüğümüz diğer herşeyi sürekli olarak seyrettiren kimdir? Çok açıktır ki, içinde yaşadığımız tüm maddesel evreni, yani algılar bütününü yaratan ve sürekli yaratmaya devam eden üstün bir Yaratıcı vardır. Bu Yaratıcı sonsuz bir güç ve bilgi sahibidir. O Yaratıcı Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. 



ALLAH HER ŞEYİ HER AN KONTROLÜNDE TUTANDIR






İnsanların büyük bir kısmı da, Allah'ın varlığına inansalar bile, Allah'ın "herşeyi yaratıp bıraktığı" (Allah'ı tenzih ederiz) sonra bu düzenin kendi kendine devam ettiği şeklinde çok yanlış bir inanca sahiptirler. Oysa evrenin her noktasında her an meydana gelen tüm olaylar Allah'ın izniyle, O'nun bilgisinde ve kontrolünde gerçekleşir. Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

“Allah'ın, gökte ve yerde olanların hepsini bilmekte olduğunu bilmiyor musun? Gerçekten bunlar bir kitaptadır. Hiç şüphesiz bunlar(ı bilmek), Allah için pek kolaydır.” (Hac Suresi, 70)


Siz sessiz sakin bir ortamda bu dergiyi okurken, haberiniz bile olmadan evrenin her köşesinde sayısız faaliyet gerçekleşmektedir. 


Bunlardan birkaçını sıralayalım: Her saniye dünyaya 16 milyon ton su düşer. Ve eşit miktarda su yerden buharlaşarak havaya karışır.


Her saniye dünya üzerinde ortalama 100 şimşek oluşur. Son bir saatte dünyanın çeşitli köşelerinde 36.000 tane şimşek Allah'ın kontrolünde oluştu. 


Siz şu anda bu cümleyi okurken Güneş 564 milyon ton hidrojeni, 560 milyon ton helyuma dönüştürdü, arta kalan 4 milyon ton hidrojeni de enerjiye çevirdi. Kuran ayetlerinde şöyle buyrulmaktadır:


“Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır... Güneşi ve Ay'ı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.” (İbrahim Suresi, 32-34)


Allah, insanların Kendi büyüklüğünü kavrayabilmeleri için evrendeki düzeni sayısız detayla birlikte yaratmıştır. Kuran'da Allah'ın var ettiği bu düzenden bahsedilirken, "... sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz öğrenmeniz için" (Talak Suresi, 12) denilmektedir. Allah'ın aklı, ilmi ve kudreti sonsuzdur. Allah, tek bir olayın içinde dilediği kadar ayrıntı meydana getirir. 


Bu sitedeki örneklerde göreceğiniz gibi şüphesiz Allah'ın varlığı her yeri sarıp kuşatmıştır ve varlığının delilleri her yerdedir. Her yere hakim olan bu düzeni yaratan ve onu durmaksızın koruyan Allah benzersiz bir güç sahibidir. İnsana düşen ise Allah'ın kendisi için yarattığı sayısız nimetlerin şükrünü vermek ve dünyada geçireceği zaman boyunca Allah'ın kendisi için seçip beğendiği ahlakla ahlaklanmaktır.



ALLAH TÜM ALEMLERİN RABBİDİR



Allah bizim görmediğimiz birçok farklı alemi ve varlığı da yaratmıştır. Farkında olmadığımız, bize gösterilmeyen diğer alemlerin varlığını daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek üzerinde düşünebiliriz: Nasıl ki bir resme baktığımızda yalnızca en ve boy olmak üzere iki boyut görüyorsak, içinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda da en, boy ve derinlik olmak üzere üç (zamanı da katarsak dört) boyut kavrayabiliriz. Bundan fazlasını ise algılayamayız. Oysa Allah Katında bildiklerimizden başka boyutlar da yaratılmıştır. Örneğin melekler farklı boyutlardan birinde yaşayan varlıklardır. Kuran’da tarif edildiği kadarıyla cinler de farklı bir alemde yaşamaktadır. İnsan ruhu da dünyadan bağımsız bir ortamda varlığını sürdürmektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Allah’ın Kuran'da bildirdiği gibi, melekler bulundukları boyut ve mekandan bizleri görebilmekte ve duyabilmektedirler. Hatta iki yanımızdaki yazıcı melekler yaşadığımız her ana şahittirler. Her konuştuğumuzu, her yaptığımızı yazmaktadırlar. Ancak biz onları göremeyiz. Allah'ın Kuran'da varlıklarını bildirdiği cinler de yine ayrı bir boyuta ait varlıklardır. Onlar da aynı insanlar gibi yaşamları boyunca denenmektedirler ve sorumlu oldukları kitap Kuran'dır. Ancak sahip oldukları özellikler insanlardan çok farklıdır. İnsanların bağlı oldukları sebep-sonuç ilişkilerinden çok daha farklı sebeplere bağımlı olarak yaratılmışlardır. 

Bunlar Allah'ın yaratmadaki benzersizliğinin kavranabilmesi için üzerinde düşünülmesi gereken gerçeklerdir. Allah sonsuz sayıda evren, sonsuz sayıda varlık, sonsuz sayıda mekan yaratmaya güç yetirendir. Nitekim Allah ahirette cenneti ve cehennemi yaratacaktır. Cennet ve cehennem Kuran’da tarif edildiği gibi dünyada yaşanan hayattan çok daha farklı bir yaratılışta olacaktır. Örneğin dünyada daima bozulma, yaşlanma, çürüme, eskime ve tükenme vardır. Oysa cennette herşey sonsuza kadar varlığını sürdürecek, zaman içerisinde hiçbir şey bozulmayacaktır; Allah'ın Kuran'da bildirdiği "tadı değişmeyen sütten ırmaklar" cennetin bu özelliğine dikkat çeken örneklerden biridir. Cennette insan bedeni de yıpranmayacak; yaşlanma asla olmayacaktır. Allah Kuran'da cennette herkesin yaşıt olduğunu bildirmektedir ve cennet insanları sonsuza kadar en güzel halleriyle, hiç yaşlanmadan, birbirleriyle yaşıt olarak yaşayacaklardır. Allah Kuran'da tükenmeyen kaynaklardan içecekler olduğunu bildirmektedir. Cehennemdeki yaratılış da bambaşkadır. Allah cehennemde, benzeri görülmemiş azap çeşitlerini, sonsuza dek yaratacaktır. (En doğrusunu Allah bilir.)

Allah dünyadaki herşeyde bir sınır yaratmıştır. Her işin bir sonu vardır. Bu nedenle "sonsuz" kavramını ve Allah'ın sonsuz kudretini anlayabilmek için üzerinde düşünmek ve bilinen bazı ölçülerle kıyas yapmak gerekir. Bizim sahip olduğumuz bilgi sadece Allah'ın izin verdiği kadarı ile sınırlıdır. Allah Katındaki bilgi ise sonsuzdur. Örneğin Allah dünyada insan için yedi ana renk var etmiştir. Biz sekizinci bir rengi zihnimizde canlandıramayız. Bu, doğuştan kör olan birine kırmızıyı tarif etmeye benzer. Ne dersek diyelim yine de kırmızı rengi tam olarak ifade edemeyiz.  


EVRENDEKİ HER ŞEY BİR AMAÇ ÜZERİNE YARATIR



Eline bir kitap alan insan, onun bir yazar tarafından belli bir amaç çerçevesinde yazıldığını bilir. Bu kitabın tesadüfen ortaya çıktığı aklının ucundan dahi geçmez. Aynı şekilde, bir heykele bakan insan, onun bir sanatçı tarafından yapıldığından hiçbir şüphe duymaz. Bırakın sayısız sanat eserinin kendi kendine oluştuğunu düşünmek, üst üste duran iki-üç tuğlayı bile mutlaka planlı bir hareketle o şekle getiren biri olduğunu kimse inkar etmez. Dolayısıyla küçük ya da büyük, düzen olan her yerde, mutlaka bu düzenin bir kurucusunun ve koruyucusunun olması gerekir. Bir gün birisi çıkıp, ham demir ve kömürün tesadüfen çeliği, çeliğin tesadüfen Boğaz Köprüsü’nü oluşturduğunu iddia etse, bu kişinin ve ona inananların akıllarından şüphe edilmez mi? 

Allah'ı inkar etmenin tek yöntemi olan evrim teorisinin iddiası da bundan daha farklı değildir. Evrime göre inorganik moleküller tesadüfen aminoasitleri, aminoasitler tesadüfen proteinleri, proteinler de yine tesadüfen canlıları oluşturur. Oysa, canlılığın tesadüfen kendiliğinden oluşması ihtimali, Eyfel Kulesi'nin aynı şekilde oluşmasından çok çok daha düşük bir ihtimaldir. Çünkü en basit bir hücre bile insan yapımı herhangi bir şeyden çok daha karmaşıktır.

Doğadaki olağanüstü uyum çıplak gözle dahi açıkça görülürken, bu dengenin tesadüfen veya başıboş meydana geldiği nasıl düşünülebilir? Ayrı ayrı her noktasının, Yaratan'ın varlığını delillendirdiği kainatın, kendi kendine var olduğunu söylemek, olabilecek en akılsız iddiadır. 

Bedenimizden başlayıp, akıl almaz büyüklükteki evrenin en uç noktalarına kadar var olan dengenin de bir sahibi vardır. Peki bu herşeyi ince ince düzenleyip meydana getiren Yaratıcı kimdir? (Harun Yahya, Allah Akılla Bilinir)

O, evrenin içindeki herhangi bir maddesel varlık olamaz. Çünkü O, tüm evrenden önce var olan ve tüm evreni sonradan yaratmış bir irade olmalıdır. O, herşeyin kendisinden varlık bulduğu, ama kendi varlığı ezeli ve ebedi olan Yüce Yaratan’dır....

Varlığını akıl yoluyla bulduğumuz Yaratan’ı bizlere tanıtan ise dindir. Bize din yoluyla ulaşan bilgiye göre O Yaratan, gökleri ve yeri yoktan var eden, Rahman ve Rahim olan Allah'tır.

İnsanların çoğu ise bu gerçekten kaçarak yaşarlar. Oysa bu gerçeği kavrayabilecek mantığa sahiptirler. Bir manzara resmini gördüklerinde, ilk önce onun kimin tarafından yapıldığını öğrenmek isterler. Daha sonra da, sanatçıyı ortaya çıkardığı eserden dolayı uzun uzun takdir ederler. Fakat başlarını çevirdikleri her yerde o resmin sayısız gerçeğiyle karşılaştıkları halde, tüm bu güzelliklerin tek sahibi olan Allah'ın apaçık varlığını göz ardı ederler. Oysa Rabbimiz'in varlığını anlamak için uzun bir araştırmaya gerek yoktur. Öyle ki, insan doğduğu andan itibaren tek bir odada bile yaşasa, sadece o odada var olan sayısız delil Allah'ın varlığını kavramak için yeterlidir.

İnsanın sahip olduğu beden, ciltler dolusu ansiklopediye bile sığmayacak kadar çok yaratılış delili ile doludur. Vicdan kullanarak sadece birkaç dakika düşünmek bile, Allah'ın varlığını anlamak için yeterlidir. Var olan düzeni Allah korumakta ve devam ettirmektedir.




ALLAH'IN SONSUZ BÜYÜKLÜĞÜNÜN VE KUDRETİNİN DELİLLERİ APAÇIKTIR



İnsanların birçoğu Allah'a inandıklarını söylerler. Ancak gerçekte Allah'ı gereği gibi tanıyıp takdir edemezler. Çünkü bunun için "akıl sahibi" olmak gerekir. 

Allah'ı gereği gibi tanımak ve takdir etmek için akıl gerekir derken burada kastedilen "zeka" değildir. Akıl ve zeka birbirinden tamamen farklı iki kavramdır. Zeka, bir insanın biyolojik olarak sahip olduğu zihinsel kapasitedir. Akıl ise sadece müminlere ait bir özelliktir. Allah'tan korkup sakınan takva sahibi müminlere Allah Katından büyük bir nimet olarak verilir. Akıl, Allah'ın samimi kullarına verdiği bir nur, bir anlayıştır. İnsanın takvası ölçüsünde bu anlayış, yani sahip olduğu akıl seviyesi de artar. 

Akıl sahibi insanın en belirgin özellikleri, Allah'tan korkup sakınması, daima vicdanına uyması, her olayı, gördüğü herşeyi Kuran'a göre değerlendirmesi ve Allah'ın rızasını aramasıdır.

Bir insan, dünyanın en zeki, en bilgili, en kültürlü insanı dahi olsa eğer bu özelliklere sahip değilse "akılsız" olacaktır ve birçok gerçeği göremeyecek, kavrama yeteneğinden yoksun kalacaktır.

Zeka ile akıl arasındaki farkı şöyle bir örnekle de belirginleştirebiliriz: Bir bilim adamı, örneğin vücudun sinir sistemi ile ilgili, yıllarca çok derin ve detaylı araştırmalar yapmış olabilir. İnsan bedeninde gerçekleşen olağanüstü sinir iletimleri konusunda dünyanın en bilgili kişisi de olabilir. Ancak eğer akıl sahibi değilse, bu kişi sadece sinir hücreleri arasındaki işlemler ile ilgili bilgileri taşıyan bir insan olmaktan öteye gidemeyecektir. Yani sahip olduğu bu bilgilerin ardındaki önemli gerçeği kavrayamayacaktır. Oysa akıl sahibi bir insan, sinir sistemindeki mucizevi özellikleri, bu sistemin detayındaki mükemmellikleri görerek, bu kadar kusursuz bir yapının ancak ve ancak bir Yaratan'ı, üstün akıl sahibi bir tasarlayıcısı olması gerektiğini anlar.

İnsanların bir kısmı Allah'ın varlığına inanmazlar, bir kısmı ise Allah'ın varlığına aklı ve vicdanı ile düşünerek değil, kendilerine öyle öğretildiği için inandıklarını söylerler. Ancak düşünmedikleri ve akıllarını kullanmadıkları için Allah'a kesin bir bilgiyle iman etmenin gereklerini yerine getirmezler. Oysa akıl sahibi müminler Allah'ın varlığının ve yaratışının delillerini akılları ile görür ve sonsuz kudret sahibi olan Allah'tan içleri titreyerek korku duyarlar.

Allah, Kuran'da yaratışının delillerini belirttikten sonra bunlarda ancak akıl sahibi olanlar için deliller olduğunu şöyle bildirmektedir:

“Size bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (Rum Suresi, 24)




ALLAH'I SEVEN TÜM MÜMİNLERİ SEVER



İman edenler, Allah'a olan güçlü sevgileri ve samimi bağlılıkları nedeniyle, Allah'ın yarattığı varlıkları da çok sever, bunların her birinde Allah'ın sıfatlarının tecellilerini görürler. Kuran'ın
"Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz
kılan ve zekatı veren müminlerdir." (Maide Suresi, 55) ayetiyle bildirildiği
gibi, iman edenler, Allah'ın insanlara doğru yolu göstermeleri için gönderdiği
peygamberlere ve salih müminlere karşı da derin bir sevgi beslerler. Peygamberler, Allah'ın tüm insanlar için örnek kıldığı, derin bir imana sahip
olan, üstün ahlaklı kimselerdir. Allah'ın "Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü
umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir
örnek vardır." (Ahzab Suresi, 21) ayetiyle haber verdiği gibi, Peygamberimiz Hz.
Muhammed (sav)'in hayatında ve ahlakında iman edenler için güzel örnekler ve
hikmetler vardır. Peygamberimiz (sav)'in Allah'a olan derin bağlılığı, takvası, sabrı,
müşfikliği, aklı, cesareti, temizliği, merhameti, sadakati, şevki ve daha birçok güzel
özelliği, tüm Müslümanlara örnek olmuştur. Peygamber Efendimiz, Allah'a ve peygambere karşı duyulan sevginin önemini bizlere şöyle hatırlatmıştır:
Resulullah buyuruyor ki: "Allah-u Teala'yı ve Resulünü herşeyden çok sevmeyenin
imanı sağlam değildir." İman nedir? diye sorduklarında: "Allah ve
Resulü, senin için başka herşeyden daha sevimli olmaktır" buyurdu. Yine
buyurdu ki: "Kul, Allah ve Resulünü, çoluk çocuğundan, malından ve bütün
mahlukattan çok sevmedikçe mümin olmaz."
Allah'ın tüm elçileri ve peygamberleri, Allah Katında seçkin kılınmış, Rabbimiz'in
rızasını kazanmış üstün ahlaklı insanlardır. Allah, Kuran'da peygamberlerin
güzel ahlaklarına dair örnekler vermiş ve onlardan övgüyle söz etmiştir. Peygamberimiz
Hz. Muhammed, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. İbrahim, Hz. Harun, Hz. Yahya, Hz.
Yusuf, Hz. Yunus, Hz. Yakup, Hz. İsmail, Hz. Süleyman, Hz. Davud ve diğer tüm
peygamberler ve elçiler, Allah'a olan samimi imanları, saygı dolu korkuları, takvaları
ve güzel ahlaklarıyla insanlara örnek olmuşlardır. Kuran'ı rehber edinerek
elçileri bu üstün özellikleriyle tanıyan tüm müminler, onların ahlakına ulaşabilmek,
onlar gibi Allah'ın dostluğunu kazanabilmek ve cennette onlarla birlikte
olabilmek için hayırlarda yarışır ve ciddi bir çaba gösterirler. Müminlerin peygamberlere
karşı duydukları bu derin sevgi, onların sevgi anlayışlarını da ortaya koymaktadır.
İman edenlerin bir başkasına duydukları sevgi, tümüyle o kişinin imanından,
güzel ahlakından ve takvasından kaynaklanmaktadır. Bir insanın bu özelliklerini
bilmek, o kişiyle hiç görüşülmese dahi, ona karşı derin ve coşkulu bir sevgi
duyulmasına neden olur.




12 Kasım 2014 Çarşamba

ALLAH RIZASI İÇİN YAŞANIRSA HAYAT CENNETE DÖNER



Allah Rızası İçin Yaşanırsa Hayat Cennete Döner

Allah üstün güç sahibi Yaratıcımız’dır. Allah’ın kudreti karşısında her insanın yapması gereken, kulluk görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmektir. Ancak bazı insanlar Allah rızasını kazanmak gibi bir nimetin varlığından habersiz bir yaşam sürerler. Vicdanlarına uymadan, sadece hırslarının ve tutkularının ardından giderek yaşadıkları için, tüm bu güzelliklerden mahrum kalırlar. Ve bu mahrumiyet diğer nimetlerde olduğu gibi, ahiret hayatında da Allah dilediği sürece devam edecektir. İman edenler ise Allah rızası için yaşarlar, maddi ve manevi olarak Allah tarafından en güzel nimetlerle ödüllendirilirler.

Bazı insanlar kendilerine tek hedef olarak belirledikleri dünya nimetlerini elde etmek için çok büyük bir çaba gösterirler. Zengin olmak, statü kazanmak ya da başka menfaatler için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Çok kısa süre içinde tümüyle ellerinden gidecek olan “az bir değer” (Tevbe Suresi, 9) uğruna büyük bir yarış içine girerler. Onlarınkinden çok daha büyük bir karşılığa, elde ettikleriyle kıyaslanması asla mümkün olmayan en büyük nimete, Allah’ın rızasına ve cennetine talip olan müminler de bu hedefleri için ciddi bir çaba gösterirler. Allah, Kuran’da, müminin bu özelliğini şöyle haber verir:

Kim çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse, orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona, kınanmış ve kovulmuş olarak gider. Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 18-19)

Samimi İman Eden Bir İnsan Allah Rızası ve Ahiret İçin “Ciddi Bir Çaba Göstererek” Çalışır

Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi, 111)

Allah’a “malını ve canını satmış” olan bir insan, Allah yolunda karşılaşacağı hiçbir zorluktan etkilenmeyecektir. Allah rızası dışında hiçbir şeye yönelmeyecektir. Bedeni ve sahip olduğu mallar “onun” değildir ki, bunlar konusunda kendi nefsinin bencil tutkularına uysun. Bedeninin ve sahip olduğu herşeyin sahibi Allah’tır, tüm bunları O’nun istediği şekilde kullanacaktır.

Yaşamlarını dünya hayatının peşinde koşarak tüketen insanların kaybettikleri en güzel zevklerin başında, Allah’ın rızasına uygun hareket etmek gelir. Oysa ki O’nun sevgisini, dostluğunu ve yakınlığını ummanın verdiği derin heyecan dünyada hiçbir şeyle bağdaştırılamayacak kadar mükemmeldir. Bu, birçok insanın hayatları boyunca hiç farkına varamadıkları ve hiç tatmadıkları çok derin bir duygudur.

İman sahibi bir insan ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder:

İnançlı bir insan, Allah’ın farz kıldığı 5 vakit namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür.

İbni Ömer (r.a.v.)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“İslam beş temel üzerine bina kılınmıştır: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek. Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı hakkıyla vermek, Allah’ın evi Kâbe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân 1, 2, Tefsîru sûre (2) 30; Müslim, Îmân 19-22. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 3; Nesâî, Îmân 13)

 Allah’ın rızasına uygun olmayan bir tavırdan, O’na olan sevgisinden dolayı sakınır:

Allah’a olan sadakatinden ve bağlılığından taviz vermemiş olması da yine iman eden bir kimsenin kalbinde derin bir mutluluk hissi oluşmasına neden olur.

Salih bir mümin tüm hayatı boyunca, insanlar arasında Allah’ın en sevdiği, en çok hoşnut olduğu, Allah’a en yakın kişi olabilmek için çabalar. Bu çabanın ruha verdiği haz, dünyadaki hiçbir nimetten alınacak zevkle kıyaslanamaz.

Allah, Kuran’ın bir ayetinde “... Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa Suresi, 125) şeklinde bildirir. Mümin bir kimse, peygamberlerin ahlaklarını kendisine örnek alarak, Allah’ın Hz. İbrahim (a.s.)’a lütfettiği dostluk nimetine layık olup, Allah’ın yakınlığını kazanabilmek için tüm hayatı boyunca samimi bir çaba harcar. Allah Kuran’da iman edenlerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Tevbe Suresi, 100)

Sayın Adnan Oktar diyor ki;

Mümin Allah rızası için yaşar, Allah rızası için de ölür. Allah rızası için yaşanmazsa hayat cehenneme döner. Her şey Allah rızası için olursa, o zaman hayat güzel olur. Cennet de Allah’ın rızasıyla güzel olur. (A9 TV; 25 Nisan 2014)

 İman eden bir kimse Allah’ın ayette bildirdiği insanlardan olabilmek ve Rabbimiz’i hoşnut etmek için elinden gelen herşeyi yapar:

Bu samimi çabanın ruhta oluşturduğu coşku, vicdanda uyandırdığı huzur ve güven duygusu insana çok derin bir haz verir. Tüm bu zevkler müminlerin ahirette de sonsuza dek tadacakları nimetlerdendir. Allah, iman eden kulları için ahirette de “rahmetinin, rızasının ve cennetinin” olduğunu müjdelemektedir:

De ki: “Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin Katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Al-i İmran Suresi, 15)

Mümin, Allah’ın rızasının yanında başka çıkarlar gözetmez:

İman eden bir insan, Allah’tan, rızasını, rahmetini ve cennetini umar, çünkü ayette bildirildiği üzere, “Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir ‘çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar’ bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (Nisa Suresi, 124)

Gerçek Mutluluk Allah Rızası İçin Yaşanarak Elde Edilebilir

Zayıf imana sahip insanların hayattaki tek amaçları “bu dünya”da mutluluğu ve rahatlığı elde etmektir. Bu insanların kimi, kendine “zengin olmak” gibi bir hedef belirler. Bu hedefine ulaşmak için elinden geleni yapacak, tüm fiziki ve beyinsel gücünü zengin olmak için kullanacaktır. Kimisi de hayattaki amacını “itibar sahibi ve ünlü bir insan olmak” olarak saptar. Bunu elde etmek için de elinden gelen herşeyi yapar. Her türlü zorluğa katlanır, çeşitli fedakarlıklarda bulunur. Ama bunların hepsi, ölümle birlikte yok olacak olan, yalnızca dünya hayatına dair hedeflerdir. Hatta birçoğu henüz hayattayken de kaybedilebilir. Dahası söz konusu kimseler bu hedeflerine ulaşsalar, hayatları boyunca bu hedeflerine sahip olsalar, hatta planladıklarından çok daha fazlasını elde etseler dahi hiçbir zaman bu onları manen tatmin etmeyecek, arayışı içinde oldukları huzur, mutluluk, sevgi ve rahatlığı elde edemeyeceklerdir. Çünkü gerçek mutluluk, derin sevgi ve kalp rahatlığı ancak Allah rızası için yaşanarak samimi imanla kazanılan nimetlerdendir.

Bir insanın en yakın dostu, yegane yardımcısı ve destekçisi, asıl sevdiği ve tüm hayatını rızasını kazanmaya adadığı Rabbimiz Allah’tır. İman eden bir insan, uyandığı andan itibaren tüm vaktini Allah’ın beğeneceği bir ahlak gösterebilmek, O’nun sevgisini kazanabileceği davranışlarda bulunmak için geçirir. Allah’ın hoşnut olacağını umduğu bir tavır gösterebildiği her an, iman eden bir insan için büyük bir heyecan kaynağı ve büyük bir sevinç vesilesi olur.

Allah Yolunda “Ciddi Bir Çaba” Göstermenin Yolu Allah Rızasının En Çoğunu Aramaktadır

Samimi iman eden bir insan şirkten, Allah’tan başka hayali ilahlardan medet ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten arınmıştır. O, yalnızca Allah’a kulluk eder. Allah’ın rızasını arar. Bunu “Allah yolunda ciddi bir çaba” göstererek yapar.

Mümin, önünde hepsi de meşru olan birkaç seçenek birden bulduğunda, kendisine Allah’ın rızasını en çok kazandıracağını umduğunu seçmelidir.

Allah rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:

Haramlar Kuran’da açıkça belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir. İman eden bir insan buna göre yaşar.

Bunun yanı sıra mümine düşen, Allah’ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve “basiret”ini kullanarak, her zaman için Allah’ın rızasının en çoğunu aramaya yönelmektir.

Unutulmamalıdır ki; insanın, sadece nefsinin öngördüğü şekilde davranması İslam’ın temeli olan “yalnızca Allah’a kulluk etmek” amacına tümüyle aykırıdır. Dahası Allah Kuran’da nefsin arzularına göre hareket etmeyi, Kendisi’ne şirk koşmak olarak tanımlamaktadır:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)

Samimi iman eden bir kişi ise, tüm varlığını, malını, canını, hayatını ve ölümünü kısacası herşeyini Allah’a adamıştır. Her tavrı Kuran’a ve vicdana uygun üstün ahlak özellikleriyle donanmıştır. Allah, iman eden insanların bu üstün özelliğini Kuran’da şöyle haber verir:

De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (Enam Suresi, 162)

Allah’ın Rızasını Arayan ve Gözeten Bir İnsan İçin Hiçbir Sıkıntı, Zorluk ve Üzüntü Yoktur

Zorluk ve sıkıntılar Allah’ın dünyada bir imtihan olarak yarattığı ve samimi kullarının tevekkül, sabır ve teslimiyetini denediği olaylardır. Bunlar, dışarıdan bakıldığında sıkıntı ve zorluk gibi görünen, içine girildiğinde ise Allah’ın kesin rahmetiyle karşılaşılan olaylardır. Allah Kuran’da, kullarına kaldırabileceklerinden fazla yük yüklemeyeceğini de bildirmiştir. Allah Kendisi’ne gereği gibi kulluk edenler için her iki hayatta da güzellik olduğunu şöyle haber vermiştir:

(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “Hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl Suresi, 30-31)