
Aynı şekilde Allah
müminlere ancak Kendisi'nden korkmalarını, başka hiç kimseden ve hiçbir şeyden
korkmamalarını emretmiştir. Çünkü herkesin ve herşeyin varlığı Allah'ın
hakimiyetindedir, Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet sahibi yoktur,
dolayısıyla kendisinden korkulmaya layık başka bir varlık da yoktur.
Bir başka örnek olarak
da öfke duygusunu verebiliriz. Öfke insanlara karşı yapılan haksızlıklara,
adaletsizliklere, Allah'a ve dine karşı gösterilen düşmanlıklara, zulümlere
karşı müminlerin sorumluluk ve hamiyet hislerini uyaran, harekete geçiren bir
duygudur. Fakat müminin hamiyet hislerinin harekete geçmesi her zaman, akıl,
itidal ve güzel ahlak çerçevesinde gerçekleşir. Hiçbir zaman mümini adalet ve
merhametten uzaklaştırmaz. Mümin öfkesine kapılıp haksızlığa karşı haksızlık,
zulme karşı zulümle cevap vermez, adaletsizliğe sapmaz. Nitekim böyle yapması
Kuran'da yasaklanmıştır.
Duyguları ile davranan
insan ise kimi zaman kendi menfaatini engelleyecek çok basit bir konuda bile
büyük bir öfkeye kapılabilir. Olaylar kendi istekleri doğrultusunda
gelişmediğinde, bir insan kendi arzu ettiği bir şeyi yapmadığında ani bir
kızgınlıkla hareket edebilir. İçindeki öfke sebebiyle, hiç umulmadık bir anda
muhakeme ve yargısı tamamen kapanıp, fevri hareketler gösterebilir.
Görüldüğü gibi insan, Allah'ın kendisinde yarattığı
duyguları
yine Allah'ın rızası doğrultusunda yönlendirmelidir. Yani Allah'ın razı olmadığı bir sevgi anlayışını,
bir korku ya da öfkeyi kendinde barındırmamalıdır. Aksi takdirde Allah'ın
gösterdiği değil, duygularının gösterdiği yolu benimsemiş olur. Bu da başlı
başına bir şirktir.
İşte insanda
yaratılıştan var olan bu duygular, aklın yönlendirmesinden çıktıklarında,
duygusallık dediğimiz hastalık başlar. O insanın davranışlarını, konuşmalarını,
hareketlerini, düşünce sistemlerini, olaylara yaklaşımlarını duyguları
yönetmeye başlar. Bu noktada kişi artık aklının denetiminden çıkmış, duygularının
kontrolüne girmiştir. Böyle bir insanın duyguları aklının önüne set çekmiş,
aklını örtmüştür.
Hiçbir Kurani ölçü
gözetmeden sevdiği insana ölesiye aşık olduğunu iddia eden bir kişinin ya da
patronundan, kocasından, herhangi birinden şiddetle korkan bir kimsenin, veya
öfkeden gözü dönmüş bir insanın elbette ki içinde bulunduğu bu ruh haliyle
akılcı davranışlar sergilemesi beklenemez. Çünkü bu kişiler sınır ve ölçü
tanımayan duygularının esiri olmuşlar ve bunun sonucunda da akılları
kapanmıştır.
Duygusallık insanı
gerçeklerden uzaklaştırır. Duygusal insanların en belirgin yönlerinden biri
gerçek dışı bir dünyayı yaşama istekleridir. Bu ruh halindeki bir kimse hayal
aleminde yaşar gibidir. Gerçeklerle arasındaki bağ son derece zayıftır. Aklın
ve mantığın yerini duygular, gerçeklerin yerini ise hayal ve kuruntular
almıştır. Bu bakımdan duygusal bir kişiye ulaşmak yani bu kişiyle diyalog
kurabilmek, ona fikir danışmak, tavsiyede bulunmak pek mümkün olmaz. Aslında duygusallık,
psikiyatri dilinde "şizofreni" olarak bilinen ruh hastalığının, hafif
bir şeklidir. (Daha önce de
belirttiğimiz gibi, şizofreni hastaları, gerçeklerden tamamen kopar ve kendi
hayal dünyaları içinde yaşarlar.)
Duygusal kişilerin
durumunu televizyon karşısında film seyreden bir kimsenin ağlamasına
benzetebiliriz: Böyle bir kimse artık gerçeklerden o kadar uzaklaşmıştır ki, bu
filmde oynadığı rolden para alan, hatta belki gerçek hayatta her türlü kötü
ahlak özelliğini üzerinde taşıyan bir insanın filmdeki rolü gereği canı acıdığı
için ona üzülebilmekte hatta bu kimse için ağlayabilmektedir. Akıllı bir
kişinin asla içine düşmeyeceği bu durum duygusal bir zihniyetin insanı
gerçeklerden ne denli kopardığını, ne kadar sağlıksız düşünmeye ittiğini açıkça
göstermektedir. İşte bu çarpık bakış açısı günlük hayatta yaşanan olaylara da
yansımaktadır.
Duygusal insanların
çoğunlukla eli kolu bağlı oturan, sadece ağlamakla yetinen, yakınıp şikayet
eden ama bu yakınmaları, rahatsızlıkları sadece sözde kalan kişiler olduklarına
şahit oluruz. Örneğin bir yakınının kaza geçirdiği haberi gelir, bunda mutlaka
bir hayır olduğunu, ardından da nasıl yardım edebileceğini düşünmek yerine,
duygusal bir kişi genellikle ağlamaya başlar, bayılmaya kalkar. Sağlıkla ilgili
gerekli tedbirler alınmış mı, doktor, ilaç durumu yeterli mi gibi akılcı
sorular sormak, durumun hassasiyetini ve yapabileceği yardımı öğrenmek yerine,
bizzat kendisi teselliye, yardıma muhtaç konuma düşer.

Ya da kendisinin önemli
bir rahatsızlığı vardır. Ancak bunu bildiği halde doktora gittiğinde ciddi bir
hastalık teşhisi ile karşılaşacağını, böyle bir durumda da korkup üzüleceğini
düşünerek hastalığının belirtilerini umursamaz. Akılcı davrandığında
alabileceği tedbirleri görmezden gelerek, hastalığını tedavi ettirme fırsatını
yitirebilir.
Örneklerini daha çok
çoğaltabileceğimiz duygusal kişilerin gösterdikleri bu tarz akılsız tepkiler,
gerçekçi olmayan çıkarım ve mantıklar son derece ciddi -hayati- sonuçlar da
doğurabilmektedir. Neticede bu kimseler şeytanın da etkisiyle etraflarında
gelişen ve olumsuz gibi görünen olaylardan öylesine sarsılırlar ki bizzat
kendileri yardım edilmesi, teskin edilmesi gereken kişiler olurlar. Halbuki biraz
akıl kullanarak, yaşadıkları olaylar karşısında isabetli kararlar alarak
sorunları çözebilme imkanları vardır.
Görüldüğü gibi duygusal
kimseler akıl yürütüp çözümler üreten, insanları yönlendiren değil de kendisi
yönlendirilmesi gereken, sahip çıkılan, insanlara yük olan kimselerdir. Tüm
bunların sonucunda da bu kişiler akıl kullanamayan, kendi içlerinde mutsuz,
huzursuz, etraflarına sorun olan atıl kimseler olurlar. Örneğin duygusal bir
kişi yanında yardıma muhtaç biri olduğunda, bu kişiye yardımda bulunmak yerine
hayıflanmayı, "tüh tüh, vah vah, yazık" gibi acıma ifadeleri
kullanmayı yeterli görebilir. Böyle bir durumda akıl tümüyle geri plana
atılmıştır. Dolayısıyla da bu anlayıştaki bir kimseden gerçek anlamda bir fayda
beklemek yanlış olur.
Allah Kuran'da bu gibi
insanlarla müminlerin farkını şöyle anlatmaktadır:
Allah şu örneği verdi: İki
kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle
efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez;
şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi?
(Nahl Suresi, 76)
Müminler olaylara
duygusal değil akılcı tepkiler verirler ve her durumda üstteki ayette
belirtildiği gibi "adaletle emreder", yani doğru olanın yapılmasını
sağlarlar. Yaşadıkları her olayın Allah'ın takdiriyle olduğunu bildiklerinden
ve Allah'ın kendileri için dilediğinin dışında hiçbir şeye güçlerinin
yetmeyeceğinin bilincinde olduklarından, bunun teslimiyeti ve rahatlığı içinde
itidallerini hiçbir zaman kaybetmezler. Beklenmedik bir tepki vermez,
ümitsizliğe asla kapılmaz, karamsar bir üsluba düşmezler. Aksilik gibi görünen
olayları bile Allah'ın kendileri için bir güzellik olarak yarattığının
farkındadırlar.
Duygusallığın tehlike
oluşturan yönlerinden biri de bu kişiye içinde bulunduğu ruh halinin yanlışlığı
anlatılmak istendiğinde, bunu kesinlikle kabul etmemesi hatta böyle bir
ihtimali dinlemeyi de en baştan reddetmesidir. Duygusal bir kimse dışarıdan
gelen her türlü fikre öylesine kapalıdır ki, hemen haksızlığa uğradığı hissine
kapılarak ya hüzünlenip ağlamaya başlar, ya da küsüp bir köşeye çekilir ve
içine kapanır. Bu bakımdan duygusal bir kimseye değil eleştiride bulunmak, bir
şeyi hatırlatmak, bir tavsiyede bulunmak bile söz konusu olmaz.
Duygusallık, insanlara
alıngan bir yapı kazandırır. Bunun sonucu olarak bu kişiler her söylenenin
altında kendilerine farklı bir mesaj olduğunu düşünerek, içlerinde son derece
farklı ve abartılı çıkarımlar yapabilirler. Ayrıca hiçbir açıklama yapmadan
uzun süre konuşmama, surat asma, selamlaşmama gibi çocukça protesto yöntemleri
kullanabilirler. Bunun yanı sıra gerçekçi düşünemediklerinden ya da gerçeklerle
yüz yüze gelmekten çekindiklerinden dolayı özeleştiri yapıp kendilerini
düzeltmeleri de mümkün olmaz. Biraz önce de belirttiğimiz gibi bu zihniyetteki
kişiler kendilerine söylenen her sözü ya kendilerine yapılmış bir haksızlık
olarak değerlendirirler ya da ümitsizliğe kapılarak kendilerine büyük bir
sıkıntıya dönüştürürler. Nitekim Allah kendilerine mutsuzluğu seçen bu tür
kişilerden bir ayette şöyle bahsetmektedir:
Allah'tan 'İçi titreyerek
korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (A'la Suresi,
10-11)
Sonuçta, akıllarını
kullanmadıkları için duygularının emrine giren ve bu yüzden günden güne
akılları daha da örtülen kimselerin bu hallerinden arınmadıkça dini kavramaları
ve yaşamaları mümkün değildir. Duygusal, akılsız bir insan sağlıklı bir
muhakeme yeteneğinden, tutarlı bir mantık örgüsünden yoksundur. Mümi
n için çok açık olan bir konuda çelişkilere, kuruntulara saplanır. Vesveselerle boğuşur. Temiz akıl sahipleri için bir öğüt olan Kuran'ı anlayamaz, ondan öğüt alamaz, Allah'ı gereği gibi takdir edemez, kendisinin, etrafında, kainatta sürüp giden olayların yaratılış hikmetlerini, dünyanın, cennetin, cehennemin varoluş sebeplerini kavrayamaz. Allah'tan başka İlah olmamasının ne anlama geldiğini anlayamaz. Bu şuursuzluktaki bir kimsenin her fikri, her düşüncesi, her amacı, her niyeti, her davranışı kendisini bir şirkten başka bir şirke sürükler.
Bu, şeytanın insanları
Allah'ın yolundan saptırma yöntemlerinden biridir. Kuran'da şeytanın insanları
cehenneme sürüklemek için her türlü yöntemi kullanacağı şöyle bildirilmiştir:
Allah, onu lanetlemiştir. O
da (şöyle) dedi: "Andolsun, kullarından 'miktarları tespit edilmiş bir
grubu' (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun-
şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin
olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın
yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da
şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.
(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa
şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 118-120)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder