27 Ocak 2015 Salı

Modern bilimin İslami kökenleri


kuran314 asır önce Allah tüm insanlığa bir yol gösterici olmak üzere Kuran'ı indirdiğinde Araplar, batıl inançlara sahip bir cahiliye kavmi idi. Kuran'ın ışığı sayesinde bu batıl inançlardan kurtuldular ve aklın yolunu izlemeye başladılar. İslam'la birlikte medeniyeti öğrendiler. Sadece Araplar değil İslam'ı kabul eden tüm topluluklar cahiliye devrinin karanlığından sıyrılıp, aydınlandılar. Bunun sonucunda, İslamiyet'in ilk dönemlerinde, dünya tarihinde görülmüş en etkileyici gelişmelerden biri yaşandı. Daha önceden tek bir kenti bile uyum içinde yönetmeyi başaramayan Araplar Afrika'dan Orta Asya'ya kadar uzanan bir dünya imparatorluğunun yöneticileri haline geldiler.
Bu imparatorluğun en önemli yanlarından biri tarihte o güne kadar eşi görülmemiş bir bilimsel aşama kaydetmiş olmasıydı. Avrupa'nın Ortaçağ karanlığını yaşadığı bir dönemde İslam dünyası muhteşem bir bilimsel miras oluşturdu. Tıp, cebir, geometri ve hatta sosyoloji dünyada ilk defa sistematik bir biçimde İslam medeniyeti içinde gelişti.
İslam coğrafyasındaki büyük dini eğitim merkezleri aynı zamanda bilginin ve bilimsel gelişmenin de merkezleriydi. Bu tür çalışmaların yapıldığı bilim merkezleri, binlerce okul-caminin yapıldığı Abbasiler döneminde (750–1258) başladı. 10. yüzyılda Bağdat'ta medrese adı verilen 300 tane okul, 14. yüzyıl başlarında ise İskenderiye'de 12 bin öğrenci yaşıyordu. Medreselerde çoğu kadın olan öğretmenler vardı. Bunların bir bölümü tüm gün, bir bölümü ise yarım gün öğretmenlik yapıyordu. Öğrenciler arasında zengin-fakir ayrımı yapılmadan aynı eğitim veriliyordu. Kütüphanelerin zenginleşmesine önem veriliyor ve yabancı kaynaklar da temin ediliyordu.
En ünlü medreseler Bağdat'taki Beyt'ül Hikme (820) ve Kahire'deki Dar'ül İlm (998) idi. Bugün de varlığını sürdüren El-Ezher (969) gibi üniversiteler Avrupa'daki benzerlerinden çok daha önce kuruldu. O dönemde İslam dünyası, dünyadaki ilk üniversiteleri hatta ilk hastaneleri inşa etmişti.
Ortadoğu'nun Bilimsel Rönesansı
Bu gerçekler, genellikle zihinlerinde bambaşka bir İslam portresi taşıyan günümüzün batılılarına şaşırtıcı gelebilir. Söz konusu yanlış portre İslam medeniyetinin tarihini bilmemekten kaynaklanır. Bu bilgisizlikten ve önyargılardan kurtulanlarsa İslam'ın bilim dünyasına yaptığı öncülüğü kabul etmektedirler. Bu sağduyulu tavrın örneklerinden biri yakın zamanda ünlü televizyon kanalı PBS tarafından çekilen "İnanç İmparatorluğu: İslam" adlı belgesel filmdir. Belgeselin yorumcusu aynen şunları söyler: 
"Tarihin akışı içinde, İslam medeniyeti insanlığın en büyük başarılarından biri olmuştur… Batı için İslam tarihinin büyük kısmı bir yanlış anlama ve korku örtüsünün arkasında karartılmıştır. Bununla beraber İslam'ın saklı tarihi derinden ve şaşırtıcı bir biçimde Batı medeniyetiyle birlikte örülmüştür. Leonardo da Vinci'nin doğumundan 600 yıl önce Rönesans'ın tohumlarını eken Müslüman bilim adamlarıydı. Hastalıkları tedavi etme yöntemlerimizden, sayı saymada kullandığımız rakamlara kadar dünya çevresindeki kültürler İslam medeniyeti tarafından şekillendirilmiştir."
(Jonathan Grupper (series writer), Islam: Empire of Faith, A Documentary by Gardner Films, in association with PBS, 2001)
Liberal Amerikan medyasının tanınmış isimlerinden George Rafael internet üzerinden yayımlanan bir makalesinde söyle yazmaktadır: 
"Batı, cebirden ve kahveden gitara, optikten üniversiteye dek birçok şeyi Hilal�in insanlarına borçludur� Bin yıl önce, Batı karanlıkla örtülmüşken, İslam altın çağını yaşıyordu. Londra barbar bir bataklık iken Müslüman Kordoba'nın sokakları ışıl ışıldı, York'tan Viyana'ya kadar planlı katliamlar yaşanırken (Endülüs yönetimindeki) Toledo'da dini hoşgörü vardı. Klasik mirasımızın muhafızları olan Araplar bizim Rönesansımızın ebeleriydiler. Onların etkisi -her ne kadar yabancıymış gibi görünse de- daima bizimle beraber olmuştur, kah bir fincan sıcak kahveyle kah bilgisayar programlarındaki logaritmayla."
(George Rafael "A is for Arabs", Jan. 8, 2002) 
İslam'ın Açık Fikirliliği
Müslümanların bu şekilde, bilimsel gelişmelere liderlik etmelerine vesile olan Kuran'ın taşıdığı üstün hikmetlerdir. Bu hikmetler insanların çevresini inceleme ve onlardaki üstün tasarımı anlama fikrine yol göstermektedir. Allah'ın Kuran'da insanlara bildirdiği bir başka hikmet ise bireyler ve toplumlar arasındaki engelleri kaldıran hoşgörü ve açık fikirliliktir. Bu bakış açısı da Müslümanların tüm kültürel ve sosyal engelleri aşarak dünyaya daha akılcı bakmalarını sağlamaktadır. Allah Kuran'da bunu şu şekilde bildirmektedir.
"Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat Suresi, 13)
İslami ilimlerin yükselişinde, bu açık fikirliliğinin belirgin bir rolü vardır. Çağımızın en büyük İslam alimlerinden biri olan Seyyid Hüsseyin Nasr'a göre"İslami bilim insanlık tarihinde gerçekten uluslararası yapıda olan ilk bilimdir."(Quoted in Weiss and Green, p. 187)
Şunu da eklemek gerekir ki Müslümanlar sadece diğer kültürlerle işbirliği yapmakla kalmamış aynı zamanda üstün özellikler taşıyan Kuran ahlakını da tüm insanlar arasında tanıtmış ve anlatmışlardır. Bilimsel alanlarda sayısız gelişmeye öncü olan Müslüman bilim adamlarının ortaya attığı birçok teori, aynı dönemdeki pek çok kültüre de ilham kaynağı olmuştur. Ortadoğu tarihinde tanınmış bir uzman olan Prof. Dr. Bernard Lewis bunu şöyle açıklar: 
"İslami bilimlerin Ortaçağ'da gösterdiği başarı ne Grek öğretisini muhafaza etmekle sınırlandırılabilir, ne de daha eski ve daha uzak olan Doğu külliyatına temas etmekle. Ortaçağ İslam alimlerinin modern dünyaya devrettiği bu miras, İslam alimlerinin kendi çabaları ve katkılarıyla zenginleştirilmiştir. Grek bilimi teorik olmaya yatkınken Ortadoğu'nun Ortaçağ bilimi tıp, kimya, astronomi ve ziraat gibi çok daha pratik alanlardaydı."
(Bernard Lewis, The Middle East, 1998, p. 266)
Tüm bu tarihsel gerçekler, İslam'ın, Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (sav) vahyedildiği andan itibaren, insanlığı doğruya, gerçeğe, güzele götüren en parlak ışık olduğunu göstermektedir. Kuran ahlakıyla yücelen Müslümanlar, gittikleri her yere hoşgörü, akıl, bilim, sanat, estetik, temizlik ve refah götürmüşlerdir. Avrupa, koyu bir bağnazlık ve barbarlık içinde iken, İslam dünyası, dünyanın en modern ve en çağdaş uygarlığı olmuştur. Sonradan gelişecek olan Avrupa medeniyetinin temelinde de, İslam dünyasından öğrendikleri bütün bu değerlerin çok büyük bir rolü vardır.
Bugünün Müslümanları hiçbir zaman unutmamalıdırlar ki, dünyanın en görkemli medeniyetlerinden birinin ve bunu sıfırdan inşa eden kutsal, şanlı ve şerefli bir inancın temsilcileridirler.
Bu inancın kaynağı olan Kuran'ı Kerim ise, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaran en büyük yol göstericidir. Allah'ın Peygamber Efendimiz (sav)'e bildirdiği gibi:
"Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik." (İbrahim Suresi, 1)


Din ile bilim çatışır mı?



Din ile bilimin çatıştığı iddiasında olanların şöyle bir savı vardır: Bilim ilerledikçe evrenin sırları çözülecek ve insan hayatı mükemmele doğru gidecektir. Başka bir ifade ile, bilim bir hayat tarzına veya bir ideolojiye dönüşecektir. Oysaki bilim bir yaşam felsefesi değildir, kendi başına birşey ifade etmez. Sadece kainattaki gözlemsel verilerden sonuçlar çıkararak insanlığn hizmetine verir. Bu bulgulardan nasıl faydalanacağını insanların dünyaya bakış açıları belirler. İnsanlık için büyük faydalar sağlayabilecekken yanlış insanların elinde teknolojik imkanlar kötü sonuçlar verebilir. Kaldı ki yaşanan tecrübeler bilimsel bulguların kimi zaman insan hayatını mükemmelleştirmekten ziyade kabusa çevirdiğini göstermiştir: 

Atom bombası veya kimyasal silahlar üreterek toplu katliamlar yapanlar, sorumsuzca genlerle oynayarak hilkat garibeleri yaratanlar, çevreyi kirleterek doğal afetlere neden olanlar yada sayısız teknolojik hırsızlığı gerçekleştirenler bunun açık örnekleridir. Demek ki bilimsel ilerleme şüphesiz insanlığın faydasını gözeten bir hayat görüşüne sahip olanların elinde bir anlam ifade eder.Bu noktada din bilimden farklı birşey olarak karşımıza çıkar: Din, kesin olarak insanlığın refahını ve mutluluğunu hedefleyen bir yaşam tarzıdır. Ancak bu amaçla bilimin kendisine sunduğu gerçeklerden ve kolaylıklardan faydalanır. Dolayısıyla bilim ile çatışmadığı gibi, bilimsel araştırmaları destekler. Ve bilimadamlarının çalışmalarını rahatça ve özgürce sürdürebilecekleri ortamı oluşturmalarını yardımcı olur.

Ayrıca bilim, sunduğu detaylı bilgilerle bir nevi dinin açıklayıcısı ve yardımcısıdır. Bunun en somut örneği hiçbir bilimsel delile dayanmaksızın ortaya atılan evrim gibi ideolojik safsataları da anında çürüterek gerçekleri ortaya çıkartmasıdır. Örneğin son kırk yıl içersinde gerçekleşen olağanüstü bilimsel ilerlemeler, hücre konusunda detaylı bilgiye sahip olmamıza ve DNA ve RNA'yı öğrenmemize sebep oldu. Bu mucizevi bulgular yaratılışın hiçbir tesadüfi etkene dayanmaksızın biliçli bir tasarım olduğu tereddütsüz ortaya koymaktadır.

Buraya kadar özetlersek, deneysel yöntemlerle, vahiy yoluyla elde edilen bilgi arasında herhangi bir çatışmadığı olmadığı gibi bir paralellik vardır. Nasıl ki din bilimin bulgularından faydalanıyorsa, bilimi de uğraşılmaya değer kılan dinin özünü teşkil eden yaratılış mucizesidir. Zira eğer evren, insan ve diğer canlılar kendi içlerinde ve birbirleriyle sistematik bir düzen içinde yaratılmasaydı, bilimin uğraşılmaya değer hiçbir dalı olmayacaktı.

Oysa ki, bilim dünyasının evrenin oluşumu ve insan ve diğer canlılar konusunda derin araştırmaları ve bulguları vardır. Bu bulgular hayatın başlangıcı ve canlıların oluşumunun kesin olarak tesadüfi olamayacağını, yani kainatta akıllı bir tasarım olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bilim, prensip olarak araştırılmaya değer, kurallar içeren ve süreklilik arzeden bir kainatın varlığına inanır. (Bu satırlarda bilimin din ile ne kadar paralellik arzettiği açıkça görülüyor) Bilimin din ile çatıştığı iddiasının Ortaçağ'daki din dışı uygulamalardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. Orjinalliğini kaybeden Hıristiyanlığın, ruhban sınıfının elinde maddi menfaat aracı haline gelmesi haksız uygulamalara sebep olmuştur. Bu haksız uygulamalardan bilim dünyasıda nasibini almış, özgür çalışma ortamını yitirerek Kilise'nin baskısı altında kalmıştır. Kopernik ve Galileo'nun uyradığı baskılar bu konuda tarihte verilen belli başlı örneklerdir. Sonuçta bu tip örnekler genelleştirilerek bilim dünyası din karşında rakip duruma düşürülmüştür.

Orjinalliğini kaybeden Hıristiyanlık ve Museviliğin çelişkilerle dolu olması ve bundan dolayı birçok bilimsel gelişmeye karşı durması doğaldır. (Hatta, İslam adına bir takım hurafeleri ortaya atanlar da aynı bağnazlığı gösterir) Oysaki daha önce belirttiğimiz gibi gerçek din bilim ile karşıt değildir. Bunun en güzel örneği, orjinalliğini koruyan İslam'dır. İçinde hiçbir çelişki bulunmadığı için bilimsel araştırmalardan ve bulgulardan bir tedirginlik duymaz, bilakis kendine olan güveniniden dolayı teşvik eder. Bunun somut delili Allah'ın Kuran'da insanları araştırmaya, düşünmeye ve bilmeye yöneltmesidir. Başka bir ayette ise, Allah "... Hiç bilenlerle bilmeyenler bilenle bilmeyen bir olur mu?.." (Zümer Suresi, 9) diyerek bilmenin önemini vurgulamıştır. Zira, yartılış mucizesinin sırlarını bilen bir insan Allah'ın varlığına kesin bir bilgiyle kanaat getirir. Bilginin detaylarına inildikçe (özellikle çıplak gözle algılanamayan mikrokozmik alana inildiğinde) bu kanaat daha da güçlenir.Bilim objektifliğini kaybedip materyalist, natüralist ve ateist ideolojilerin emrine girdiği anda ise tabii olarak din ile çatışır. Zira bu noktada bilim hizmet ettiği ideolojilerin dünya görüşleri doğrultusunda hayatı açıklamaya çalışan felsefi bir boyuta girmiş olur.

Böylelikle birtakım bilimsel gerçekleri gözardı ederek kendisine ideolojik bir sınır koyar. (Tıpkı doğaüstü bir Yaratıcı'nın varlığına işaret ediyor diye yaratılışın delillerini örtbas etmek istemesi gibi...) Bu ise bilimin doğasına aykırıdır. Bilimden beklenen objektifliğini her koşulda koruyarak açık yüreklilikle ve ön yargısız olarak gözlemsel bulgularını cesaretle açıklamasıdır.

Ayrıca, bilimin asıl işlevini kenara bırakarak, materyalist, natüralist ve ateist ideolojiler doğrultusunda herşeyi açıklama gayretleri çelişkilerle dolu ve yetersiz kalmaktadır. Zira bilim bir din değildir. İnsanlar tarafından oluşturulan ideolojiler elbette, zamana ve mekana bağlı olarak eksiklikler ve yanlışlıklar içerecektir. Oysa ki din, herşeyi kesin ve açık olarak açıklayan (hayatı ve ölüm sonrasını da içine alarak) ve hiçbir çelişki içermeyen Allah sözüdür.

Din ile bilimin çatıştığı iddiası geçersizdir. Zira her biri insan yaşamında farklı görevler üstlenir. Bilim gözleme ve deneye dayalı olayları inceleyerek ortaya verilerini koyar. Bunu yaparken de tamamen objektif olmalı, hiçbir ideolojik görüşü savunma gayesinde olmamalıdır.Din ise, Allah'ın varlığını, yaratılış gerçeğini ve ölüm sonrası hayatı insanlara bildirir. Ve buna göre insanların yaşam tarzlarını ve amaçlarını şekillendirir. Dolayısıyla bilimden farklı olarak belirli bir dünya görüşü içerir.


Varlıktan Yokluğa Big-Bang Evrenin nasıl varolduğu sorusu doğal olarak insanın kendisine yönelttiği temel sorulardandır. Bu konuda farklı yaklaşımlar olmuş, kimileri evrenin bir başlangıcı olduğunu ileri sürerken kimileride maddenin ezelden beri varolduğunu savunmuştur. Bu yaklaşımlara paralel olarak, özellikle bilim dünyasında oldukça çetin tartışmalar yaşanmaktadır. Evrenin nasıl varolduğu sorusu, neden bu kadar önem taşımaktadır? Bu neyi değiştirecektir? Günlük hayatımızı nasıl etkiler?


Basit bir mantıkla düşünsek bile, Evrenin bir başlangıcı olması kainatın yoktan varedildiği, yani yaratıldığı anlamına gelir. Akıl kullanmaya devam ederek, eğer yaratılan bir varlık varsa (daha önce yokluk iken...) bunun mutlaka bir Yaratıcısının da olduğunu kolayca anlarız. Yoktan varolma, zamanın ve mekanın olmadığı, daha önce eşi benzeri görülmemiş, insan aklının kavrayamayacağı bir şeydir. (Yokluk kavramı insanın pratikte kavrağacağı birşey değildir. Zira bir şey hayal etmeğe başladığınızda bir varlık söz konusudur). Dolayısıyla, yoktan varetmek, birşeyleri biraraya getirerek yaratmadan (sanat yapıtları veya teknolojik bulgular gibi...) çok farklıdır. Çünkü yaratılan şeyin hiçbir örneği yok iken, hatta yaratmak için zaman ve mekan dahi yok iken, bir şeyin bir anda, bir defada kusursuzca varolması, ancak Allah'ın yaratmasının bir delilidir.

Evrenin yoktan varolması, bunun bir Yaratıcısının olması demektir. Bu da derin düşünülürse çok şeyi değiştirir. İnsanların hayatın anlamını kavramalarına ve buna göre bakış açılarını ve amaçlarını belirlemesine sebep olur. Bu yüzden, birtakım bilim çevreleri -kesin olarak delilerini gördüğü halde- tam olarak kavrayamadıkları yaratılış gerçeğini "doğaüstü" ilan ederek görmezlikten gelmeye kalkıştılar. Böylelikle -bu bilimsel deliller kesin olarak Yaratıcı'nın varlığına işaret ettiği için- bir çeşit düşünce bulanıklığı yaratmak kastıyla bir takım alternatif varoluş teorileri icat edilmiştir. Ancak bilimselliğin ışığı altında ortaya çıkan deliller kısa zamanda bu iddialara kesin olarak son verdi. Şimdi evrenin nasıl varolduğu konusundaki bilimsel gelişim sürecini fazla detaylara girmeden görelim.

Tahmin ettiğiniz gibi, evrenin nasıl oluştuğu sorusunun cevabını vermek için evrenin oluşumunu tekrar laboratuvar şartlarında test etmek imkansızdır. Bunun yerine ilerleyen teknolojik imkanlarla elde edilen bilimsel bulgular evrenin oluşumu hakkında önemli deliller sunar. Bu delillerin ilki her geçen gün yeni bulgularla desteklenen ve tüm dünyada kabul gören "evrenin sürekli genişlemesi"dir. Eğer bir teleskop alıp yıldızları gözlemler ve ölçümler yaparsanız, yıldızların sizden uzaklaştığını görürsünüz. Teleskop ile bakıldığında yıldızların dünyadan gittikçe uzaklaştığını ilk defa keşfeden Amerikalı astronom Edwin Hubble oldu. Yıldızları incelerken, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı.

Çünkü kızıl renk evrenin oluşumunu saptıyabilmek için çok şey ifade ediyordu. Bilinen fizik kuralına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfıda kızıl yöne doğru kaymaktaydı. Bu bulgular Einstein'ın genel görecelik kuramının işaret ettiği genişleyen kainat modeli ile ilgili tahminlerinin doğru olduğunun ilk delilleridir.

Evrenin sürekli genişlemesi ve sistemdeki muhteşem denge bilim dünyasında önemli kanıtlar oluşturdu. Buna göre, evren sürekli genişliyorsa mantıksal olarak bunun tersini düşünürsek, geçmiş bir zamanda kainattaki bütün madde çok küçük bir yere sıkıştırılmıştı. Basit bir mantıkla anlaşılan bu gerçeği ilk olarak bir roket bilimcisi gündeme getirdi. Bu Bing Bang teorisinin başlangıcıydı. Buna göre kainat sonsuz yoğunluktaki bir noktanın birdenbire büyük bir patlama ile genişleyip yayılması sonucu oluştu. Başka bir ifade ile tüm evren hiçbirşey yok iken (içinde bulunduğumuz dünya dahil olmak üzere) bir anda yoktan varoldu.

Big Bang teorisi, herşeyin yoktan varolduğunu, kısacası yaratılışı çağrıştırdığı için bazı bilim çevrelerinde tepki gördü. Nitekim önde gelen fizikçilerden Eddington öfkeli bir çıkış yaparken diğerlerinin sözcüsü gibiydi:" Felsefi olarak doğanın şuanki düzeninin birdenbire başlamış olduğu düşüncesi bana itici gelmektedir."Ancak Big Bang reddedilmesi mümkün olmayan, gözlemsel verilerden elde edilen bilimsel bir teoriydi. Birçok bilimadamı bu teoriyi kabullendi ve araştırma programlarını buna göre ayarladı. Einstein gibi çok az bir kısım bilimadamı ise alternatifler üretmek için çabaladı.

Yüzyılın ortalarında astronom Fred Hoyle "steady-state" (sabit durum) adında başka bir evren varoluş teorisi ortaya attı. Buna göre Hoyle evrenin genişlediğini kabul etmekle birlikte, evrenin boyut ve zaman açısından sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca hidrojenin hiçbirşeyden, hiçbir nedenle oluştuğunu öne sürüyordu. Madde sadece gerektiği miktarda birdenbire, kendi kendine var olmaya başlıyordu. Hoyle iddialarını desteklemek için hiçbir zaman bilimsel gözlemlerini ortaya koyamadı. Kısacası Hoyle de tıpkı Eddington gibi, Big Bang'in doğaüstünü çağrıştırdığını ve bunun da katlanılamaz olduğu düşüncesindeydi. Sabit durum teorisini savunan az sayıdaki bilimadamından bir tanesi de Dennis Sciama idi. Onunda tüm çabalarına rağmen Hoyle' teorisindeki tutarsızlıkları itiraf etmesi uzun sürmedi:


"Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme verdı. Bu dönem içinde bende bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için 'sabit durum' teorisine savunuyordum.
Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üslenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu."

1948 yılında George Gamov, Big Bang'e bağlı olarak yeni bir iddia ortaya sürdü. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması sonucu evrende bu patlamadan arta kalan bir radyasyonun olması gerekiyordu. Üstelik bu radyasyonun evrenin dört bir yanına eşit ölçüde yayılması zaruriydi. 1965 yılında astronom Arno Penzias ve Robert Wilson'ın uzayda geri planda varolan radyasyonla ilgili gözlemleri Gamov'un iddiasına son verdi.

"Kozmik Fon Radyasyonu" adlı bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Olaganüstü bir eşyönlülük arzediyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değil, evrenin tümünü ilgilendiren bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan 3 Kelvin'lik ısı dalgasının, Big bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Üstelik bu rakam bilimadamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı.

Böylece Big bang'in ikinci büyük delili olan . "Kozmik Fon Radyasyonu" adlı bulgu, başlangıçta hiçbirşey yok iken bir anda herşeyin büyük bir patlama ile varolduğu gerçeğini pekiştirdi. Böylelikle gözlemsel delilleri inceleyerek evrenin bir başlangıcı olduğu ve biliçli bir yaratılışın ve Yaratıcı'nın varolduğu sonucuna vardık. Bu noktada -düşünce ufkumuzu geniş tutarak- kainattaki muhteşem sisteme bakarsak yine aynı sonuca varırız. Zira kainatın varoluşu ve işleyişi tesadüfi nedenlerle açıklanmayacak kadar karmaşık bir düzen içerir. Başka bir ifade ile, evrenin milyarlarca yıldır sürekli genişlemesi ve bu sistem içersinde, içinde bulunduğumuz galaksinin ve tüm gök cisimlerinin düzenli seyretmesi çok hassas dengelere bağımlıdır. Bu "ilahi denge" başlangıçtaki sıcaklıktan evren maddesinin yoğunluğuna, atomik parçaların birbirini çekme kuvvetlerinden evrenin genişleme hızına kadar herşeyin muhteşem tasarımını içerir. Bilinen bir bilimsel dergi bu tasarımı şöyle ifade ediyor: 


"Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, O zaman Einstein'ın genel görelilik kuramına göre evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı; o zaman evren son hızla genişleyecek; fakat bu taktirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki bizde olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır." 

Yeryüzünde hayatın varolması, evrenin yoğunluğundaki hassasiyet kadar evrenin genişleme hızına da bağımlıdır. Stephen Hawking "Zamanın Kısa Tarihi" adlı kitabında genişleme hızı ile düşüncelerini şöyle açıklıyor:


"Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi." 
Sonuç olarak, bilimsel gözlemler -bazı çevrelerin hoşuna gitmese de- yaratılış gerçeğini ve ilahi dengeyi doğrular niteliktedir. Bilimin ortaya koyduğu verilerle, vahiy arasında hiçbir çelişki olmaması gayet normaldir. Zira her ikisi de birbirini doğrular ve her ikinisi de üstün akıl ve güç sahibi bir varlık tasarlar. Bu, sadece kendi başına yaratılışın büyük delillerindendir. Diğer bir yaratılış gerçeği ise Kuran'da 14 yüzyıl evvel haber verilen gerçeklerin, ancak bugünkü teknoloji ile doğruluğunun anlaşılmasıdır. Nitekim Kuran'da "yoktan var edilen" yaratılış doğrulanır. (Enam Suresi,101). Bundan da fazlasını yaparak, evrenin genişleme teorisini destekler. Sonuçta, Kuran bir bilim kitabı değildir. Ancak içinde ayetlerin hak olduğunun insanlara bildirilmesi amacıyla birtakım mucizevi gerçeklerden bahsedilir. (Bu konudaki daha geniş bilgiyi ilerleyen bölümlerde bulacaksınız.)


Allah'tan bir nimet isterken, o nimetleri takdir edebilecek bir ahlakı da Allah'tan istemek gerekir


Dünyadaki en zor şartlarda yaşayan insanın bile hayatında, aslında saymakla bitirilemeyecek kadar çok nimet vardır. Ancak çoğu insan genellikle bu nimetleri görmektense, öncelikle eksikliklere odaklanır. Çevresindeki yüzlerce güzelliği unutur ve sahip olamadığı nimetler için üzülür. Çok mağdur olduğunu ve dünyadaki en güzel şeylerden mahrum kaldığını düşünür. Neredeyse bütün hayatı, bu eksiklikleri ve yaşadığı mağduriyeti düşünmekle geçer. O tüm dikkatini bunlara verirken, her geçen an, aslında etrafında onun için ne kadar çok nimet yaratıldığının farkında değildir.
Elbetteki dünyadaki her insan aynı şartlar altında yaşamını sürdürmez. Birinde olan bir nimet, bir diğerinde olmayabilir. Biri bir hastalıkla mücadele ederken, diğeri çok sağlıklı olabilir. Biri çok zenginken, diğeri daha yoksul olabilir. Pek çok konuda insanların sahip oldukları nimetler birbirleriyle kıyaslandığında farklıdır. Ve tüm bunlarda herkes için, ayrı ayrı çok büyük hayırlar ve hikmetler vardır. Ama bu tür farklı durumlar değerlendirilmeye alınmadan bile, insanların genel olarak içerisinde yaşadıkları nimetler o kadar çoktur ki, insan Allah'ın bu büyük lütfu nedeniyle çok büyük bir sevinç duymalı, çok mutlu olmalıdır.
Yüce Rabbimiz, insanın genelleme yaparak dahi bu nimetleri sayamayacağını haber vermiştir:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)
Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)
 Ve tüm bu nimetler içerisinde Allah'ın yarattığı çok büyük bir sır vardır. Bir insan sahip olduğu güzellikleri göremiyor, Allah'ın, kendi üzerindeki lütfunu takdir edemiyor ve sadece eksiklikleri düşünmeye yöneliyorsa, bu insan mutlu olamaz.Çünkü Allah ona daha da fazla nimet nasip etse, hatta eksik olduğu için üzüldüğü nimetleri de tam istediği şekilde ona verse, bu kişi –yaşadığı ahlak nedeniyle- yine başka eksiklikler görecek ve yine elindekilerle mutlu olmak yerine, eksikliklerin hüznünü yaşayacaktır. Çünkü bu insanın asıl eksiği, sahip olamadığı nimetler değil, Allah'ın rahmetini, sevgisini, lütfunu takdir etme konusundaki eksikliğidir. Bu yönde derin bir ahlaka ulaşmadıkça, tüm dünya nimetleri ona verilse yine de nimetin sevincini yaşayamayacaktır.
Bunun yanında, nimeti takdir etmesini bilen; gördüğü küçük büyük her güzellikte Allah'ın sevgisini hisseden, Allah sevgisinden dolayı içi sevinçle dolan bir insan ise, dünyanın en kötü şartlarında dahi yaşasa, yine de çok mutlu olur.Hiçbir dünyevi güzellik, onun yaşadığı bu mutluluğun yerini tutmaz. Bu insanın yaşadığı sevinç, neşe, huzur hiç bitmez. Yüzlerce yokluk ve sıkıntı içerisinde olsa bile, tek bir nimetin varlığının manevi heyecanını hayatının sonuna kadar yaşar. Allah ona bu nimeti yarattığı için Allah'a sevgiyle, tutkuyla, aşkla şükreder. Sırf o tek bir nimetin varlığında bile, Allah'ın sevgisini, sonsuz lütfunu, rahmetini, dostluğunu, yakınlığını, koruyuculuğunu hissetmenin sevincini bulur. En zor şartlar altında dahi, Allah'ın kendisiyle birlikte olduğunu, ona şah damarından daha yakın olduğunu, samimi olduğu sürece kendisine en yakın dost olduğunu ve yardımını asla esirgemeyeceğini bilmenin güzelliğini tadar. İşte sadece bu manevi hazzın varlığının bile, dünyada kendisi için yaratılmış en büyük nimetlerden biri olduğunu düşünerek Allah'a şükredebildiği kadar çok ve en gönülden, en candan haliyle şükreder.
Dolayısıyla insanı mutlu edecek olan nimetlerin kendisi ya da nimetlerin çokluğu değildir. Nimeti takdir edebilecek ahlakı yaşamasıdır.Bu ahlakı elde etmedikten sonra, insanın nimetlerin varlığıyla gerçek anlamda mutlu olabilmesi mümkün değildir. Allah'ın Kuran'da, “"Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir."”(İbrahim Suresi, 7) ayetiyle haber verdiği sır da işte budur. Nimete şükretmek; nimeti takdir edebilecek bir ahlak yaşamaktır. Yoksa iman etmeyen bir insan da nimete sevinebilir. Ya da akli dengesi yerinde olmayan bir insan da kendisine bir hediye, yiyecek, eşya verildiğinde sevinebilir. Ama bu sevinç akıl kullanılmadan elde edilen, sadece sahip olunan metadan ve menfaat kazanmış olmaktan kaynaklanan bir vücut tepkisidir. Gerçek sevinç, Allah sevgisiyle, akılla, iman şuuruyla yaşanan sevinçtir. İşte müminin de, dönüp kendi hayatına baktığında, elindeki nimetlerle bu gerçek sevinci yaşayıp yaşamadığını gözdeng eçirmesi gerekir. Eğer kişi, nimetin sadece maddesel sevinci içerisindeyse, o zaman hayatında, acil olarak telafi etmesi gereken çok büyük bir eksiklik var demektir. Çünkü bu, Allah'a gereği gibi şükredememek, nimeti hakkıyla takdir edememek ve nimete nönkörlük etmek anlamına gelebilir (doğrusunu Allah bilir). Ve insanın elindeki sayısız nimete rağmen mutlu olamayıp, sürekli olarak, hayatı boyunca sadece eksiklikleri görüp bunlara üzülmekle vakit geçirmesi de, işte nankörlüğü nedeniyle Allah'ın ona verdiği bir karşılık olabilir. Allah Kuran'da bu konuyu insanlara şöyle hatırlatmıştır:
Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin.(Bakara Suresi, 152)
... Gerçek şu ki, Biz insana Tarafımız'dan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir.(Şura Suresi, 48)
Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?(Sebe Suresi, 17)
Kahrolası insan, ne kadar nankördür.(Abese Suresi, 17)
Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahiddir.(Adiyat Suresi, 6-7)
Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah'a ve elçisine (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez.(Tevbe Suresi, 80)
Nitekim bir insan, bir günde ancak belirli bir miktarda yemek yiyebilir; günde yaklaşık en fazla 3-4 tabak yemekten fazlasını istese de vücudu kabul etmez. Yüzlerce kıyafeti olsa, sürekli değiştirse, yine de bir günde ancak belirli sayıda kıyafet giyebilir. Yüzlerce evi, arabası olsa, aynı anda ancak bunların sadece tek bir tanesini kullanabilir. İstediği yere tatile gidecek imkanı olsa, aynı anda sadece tem bir mekanda bulunabilir. Hiç uyumasa bile, -ki bunu sürekli elde etmesi mümkün değildir-, bir günde ancak 24 saat tüm bu nimetlerden istifade edebilir. Dolayısıyla dünya hayatı zaten, insanın, mutluluğu metanın ve maddenin kendisinden elde edeceği şekilde yaratılmamıştır.
Allah sevgisinden kaynaklanan nimet sevinci ise, her an, her şartta ve sonsuza kadar yaşanacak çok büyük bir lütuftur. Ve insanın, çevresinde dönüp baktığı her yerde, Allah'ın sevgisinin işaretlerini görebilmesi, bu ahlakı yaşayan insan çok büyük bir ayrıcalık, çok büyük bir lütuftur. Çünkü bu bitip tükenmeyecek bir sevinç ve mutluluk kaynağıdır. Bu nedenle insanın asıl olarak nimetin varlığı ya da eksikliği üzerinde değil, bu anlayışı kazanıp kazanamadığı üzerinde durması gerekir.


En zor görünen durumlarda bile insanın, ''Ben bunun altından nasıl kalkarım?'' diye telaşlanması yersizdir. İnsanın yapacağı, yalnızca 'çok samimi olmak'tır. Herşeyi yaratacak olan ise yalnızca Allah'tır...


İnsan çok kalabalık; çok fazla detaydan oluşan, birbiriyle bağlantılı çok fazla olayın ve insanın içiçe olduğu bir dünyada yaşar. İnsanın çevresinde, gece gündüz bitmeyen bir hareket, eksilmeyen bir ses bütünü ve yaşanan olaylar zinciri vardır. İşte insanı en çok aldatan şeylerden biri de, bu kalabalık dünyada karşılaştığı detayların çokluğu ve gerçekliğidir.

Dünya hayatında meydana gelen her gelişme büyük bir süratle seyretmekte; insan bu hız ve hareketlilik içerisinde, kimi zaman yaşadığı hayata gaflet dolu bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Gözlerinin önünde hızla akıp giden olayların ve detayların gerçekliği karşısında, tüm bunları ‘kendi güç ve iradesiyle’ idare edebileceği yanılgısına kapılmaktadır. Yaşadığı her olayı kendi müdahalesiyle çözüme kavuşturacağını, insanlara karşı olan sorumluluklarını kendi yetenekleriyle yerine getirebileceğine inanmaktadır.

Tüm bu hareketlilik içerisinde, yaşadığı ve yaşayacağı onlarca olayın içinden nasıl çıkacağını, herşeye nasıl yetişebileceğini, kendisini ilgilendiren pek çok olayı nasıl çözüme kavuşturacağını, kendisinden beklenenleri nasıl yerine getireceğini düşünerek telaşa kapılır. Hatta bazen, gözünde büyüyen tek bir olayı nasıl halledebileceğini düşünmenin dahi ağırlığı altında kalır. Bazen yapılan bir hatayı telafi edebilmek, bazen bir tavrı kökten değiştirebilmek, insanların taleplerine tam olması gerektiği gibi karşılık verebilmek gibi manevi sorumluluklar da insana olduğundan çok daha zor görünür. Ve işte bazen insan bunların her birini gerçekleştirebilme çabası içerisinde ciddi bir tedirginlik yaşar.

Oysa ki insanın önünde, aşılması dağlar kadar yüksek engeller bile olsa, yaşadığı tedirginlik, telaş ya da endişe tümüyle yersizdir. Çünkü insan, içerisinde yaşadığı tüm bu kalabalık ve hareketli dünyaya rağmen, aslında kendi ruhundaki manevi dünyasında tek başına bir yaşam sürmektedir. Ve tek sorumluluğu da, onu yaratan Allah'a karşıdır. Önünde dizilen onlarca olayı çözüme kavuşturacak, olayları düzene sokacak ve sonuçlandıracak olan ise yalnızca Allah'tır.

İnsanın, kendisi dahil, dünyadaki hiçbir insan ya da hiçbir şey üzerinde bir müdahale gücü yoktur. Allah'ın kendisi için yarattığı bu dünyada meydana gelen gelişmeleri, şuurunda olsa da olmasa da, aslında büyük bir acz içerisinde seyretmektedir. İşte insanın, yaşadığı yersiz telaştan kurtulmak için öncelikle yapması gereken, bu önemli gerçeğin bilincinde olmaktır.

Allah bir ayetinde, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi, 30) buyurmuştur. Ve bu gerçek, insan için çok büyük bir konfordur.

İnsanın, bir başka insanın ruhuna, karakterine, inançlarına, düşüncelerine ya da kararlarına etki edebilme gücü yoktur. Ama Allah, tüm yarattıkları üzerinde sonsuz güç sahibidir. Eğer insan, bir konuda bir başkasına birşeyler anlatabilmeye, onu birşeylere inandırabilmeye ve ikna etmeye çalışıyorsa, elbetteki elindeki tüm akılcı imkanlarla bu konuda çaba harcayacaktır. Ama bu çaba, ancak onun samimiyetinin bir delili olacaktır. Yoksa karşı tarafta oluşan netice, ancak Allah'ın dilemesiyle yaratılır. İnsan bunu kendi çabasıyla asla elde edemez.

Örneğin hata yapan bir insan, ısrarla karşı tarafın kendisini affetmesini ister. Hatasını telafi etmek ve oluşan durumu düzeltebilmek için elinden geleni yapar. Ama asla, kendisini affedecek olanın karşısındaki insan olduğu gafletine kapılmamalıdır. İnsanların kalplerine etki edebilecek olan yalnızca Allah'tır. Allah bir ayette, “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat Suresi, 96) buyurmuştur. Bir insanın düşüncelerini değiştirebilecek, kalbinde oluşan rahatsızlığı giderebilecek, yapılan bir hatayı unutturabilecek ve durumu düzeltebilecek olan yalnızca Allah'tır.
 İşte insanın bu önemli gerçeği bilmesi, onun üzerinden çok büyük bir yükü kaldırır. Ne kendisi bir şey yapabilmekte, ne de karşısındaki kişinin herhangi bir şeye gücü yetebilmektedir. Her iki taraf da acz içerisindedir. Dolayısıyla insanın böyle bir konuda da telaşa kapılması, tedirgin olması, “Oldu mu, olacak mı?”, “Ne zaman olacak?” ya da“Nasıl olacak?” gibi düşüncelerle meşgul olması tümüyle yersizdir. Yapılacak şey, Kuran ahlakına, akla, vicdana uygun olan herşeyi uygulamak ve Allah'a ‘tam teslim olmak’tır. Allah en güzelini yaratandır.

Aynı şekilde, bir yanlış anlaşılma oluştuğunda, insan doğruyu karşı tarafa anlatabilmek, onu, kendi dürüstlüğüne ikna edebilmek için elinden gelen herşeyi yapar. Ancak böyle bir durum da insanı asla telaşa kaptırmamalı, tedirgin etmemelidir. Allah'ın sonsuz adaletinin her olayda kesin olarak tecelli ettiğini bilmek insana yetmelidir. Allah Kuran ayetlerinde insanın hiçbir konuda asla haksızlığa uğramayacağını, küçücük bir iyiliğin bile mutlaka hakkıyla karşılık bulacağını şöyle bildirmiştir:
 Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)
"Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır." (Lokman Suresi, 16)
 İşte bu gerçekleri bilen insan ile bilmeyen insan arasında çok büyük farklılıklar vardır. Bir kişi karşısındaki insanı ikna edebilmek için tüm gücüyle manen ona yüklenirken, diğer kişi bir yandan elinden gelen çabayı gösterirken, diğer yandan asıl olarak tüm gücüyle Allah'a yönelir. O kişide oluşacak etkiyi yaratması için tüm samimiyetiyle Allah'a dua eder.
İnsanlarla olan ilişkilerde olduğu gibi, olaylar hakkındaki gelişmeler, bunlarda ortaya çıkan sorunlar, aksaklık gibi görünen durumlar da insanı kaygılandırmamalıdır. Tüm bunlar da, kainattaki herşey gibi, en küçük detayına kadar Allah'ın kontrolündedir. İnsanın, diğer insanlar üzerinde nasıl hiçbir gücü yoksa, olaylar üzerinde de herhangi bir müdahale imkanı yoktur. Dolayısıyla ne kadar çaba harcarsa harcasın, olaylara etki eden ya da sonucu oluşturan insanın kendisini değildir. Yapması gereken yine Allah'a ve Allah'ın sonsuz kudretine teslim olmaktır.

İşte insan, hayatını bu gerçeği bilmenin derin huzuru, tevekkülü ve konforu içerisinde yaşamalıdır. Allah Kuran'da, müminlere “vekil olarak Allah yeter” şeklinde buyurmuştur. Bir başka ayette ise Allah, müminlerin sözünün, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir”şeklinde olduğunu bildirmiştir
 Allah'a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 3)
Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)
Allah, herşeyin yaratıcısıdır. O, herşey üzerinde vekildir. (Zümer Suresi, 62)
 Ve Allah, Allah'a tevekkül ederek, Rabbimiz'in yardımı altına giren müminler için mutlak bir konfor, çıkış yolu ve başarı olduğunu müjdelemiştir:
Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, O’ndan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (Al-i İmran Suresi, 160)

6 Ocak 2015 Salı

Allah'a hicret etmek nasıl olur?



Hicret etmek, bir insanın bir yerden bir yere gitmesi, daha doğrusu göç etmesi demektir. Allah'a hicret etmek ise, insanın Allah'ı tanıdıktan, Kuran'ı okuyup anladıktan sonra geçmişteki her türlü yanlış tavrını, düşüncesini, alışkanlıklarını kısacası herşeyini bırakarak sadece Allah'a yönelmesi ve yalnızca O'nun istediği şekilde yaşamasıdır.

Hz. İbrahim, doğruyu gördüğü anda çevresindeki insanların yaşantı tarzından tamamen sıyrılarak, hemen Allah'a hicret etmiş bir Müslümandır. Hz. Lut da, Hz. İbrahim gibi üstün bir ahlak göstererek Rabbimiz’e yönelen bir peygamberdir. Kuran'da Hz. Lut'un bu davranışı şöyle haber verilir:

Bunun üzerine Lut ona iman etti ve dedi ki: "Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." (Ankebut Suresi, 26)



5 Ocak 2015 Pazartesi

DUYGUSALLIK AKLI NASIL ÖRTER?



Elbette her insan, sevgi, şefkat, merhamet, korku gibi duygularla birlikte yaratılmıştır. Bu duygulara sahip olmak insani bir özelliktir. Bizim burada vurgulamak istediğimiz konu ise, bir insanın sağlıklı ve dengeli bir ruh haline sahip olabilmesi için, bu duygularını imanı ve aklı ile kontrol altında tutması, yönlendirmesi gerektiğidir. Örneğin sevgi insana, en başta onu yoktan var eden, kendisine hesapsız rızık ve nimet veren ve ona sonsuz mutluluk dolu bir hayat vaad eden Allah'a karşı duyması için verilmiştir. Daha sonra da Allah'ı seven ve Allah'ın da kendilerini sevdiği kimselere karşı, yani müminlere karşı yöneltilmesi gereken bir duygudur sevgi. İnsanlara karşı yöneltilen sevgide ölçü kişinin Allah'a olan yakınlığı, Allah'ın sınırlarını korumada gösterdiği titizlik, Allah korkusu yani takvasıdır. Tüm bu sevgiler de yine Allah için ve Allah'ın tecellilerine karşı yöneltilen sevgilerdir. Allah'a ve dine karşı düşmanlık besleyenlere karşı içten bir sevgi beslenmesi Kuran'da müminlere haram kılınmıştır.

Aynı şekilde Allah müminlere ancak Kendisi'nden korkmalarını, başka hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmamalarını emretmiştir. Çünkü herkesin ve herşeyin varlığı Allah'ın hakimiyetindedir, Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet sahibi yoktur, dolayısıyla kendisinden korkulmaya layık başka bir varlık da yoktur.

Bir başka örnek olarak da öfke duygusunu verebiliriz. Öfke insanlara karşı yapılan haksızlıklara, adaletsizliklere, Allah'a ve dine karşı gösterilen düşmanlıklara, zulümlere karşı müminlerin sorumluluk ve hamiyet hislerini uyaran, harekete geçiren bir duygudur. Fakat müminin hamiyet hislerinin harekete geçmesi her zaman, akıl, itidal ve güzel ahlak çerçevesinde gerçekleşir. Hiçbir zaman mümini adalet ve merhametten uzaklaştırmaz. Mümin öfkesine kapılıp haksızlığa karşı haksızlık, zulme karşı zulümle cevap vermez, adaletsizliğe sapmaz. Nitekim böyle yapması Kuran'da yasaklanmıştır.

Duyguları ile davranan insan ise kimi zaman kendi menfaatini engelleyecek çok basit bir konuda bile büyük bir öfkeye kapılabilir. Olaylar kendi istekleri doğrultusunda gelişmediğinde, bir insan kendi arzu ettiği bir şeyi yapmadığında ani bir kızgınlıkla hareket edebilir. İçindeki öfke sebebiyle, hiç umulmadık bir anda muhakeme ve yargısı tamamen kapanıp, fevri hareketler gösterebilir.
Görüldüğü gibi insan, Allah'ın kendisinde yarattığı duyguları yine Allah'ın rızası doğrultusunda yönlendirmelidir. Yani Allah'ın razı olmadığı bir sevgi anlayışını, bir korku ya da öfkeyi kendinde barındırmamalıdır. Aksi takdirde Allah'ın gösterdiği değil, duygularının gösterdiği yolu benimsemiş olur. Bu da başlı başına bir şirktir.

İşte insanda yaratılıştan var olan bu duygular, aklın yönlendirmesinden çıktıklarında, duygusallık dediğimiz hastalık başlar. O insanın davranışlarını, konuşmalarını, hareketlerini, düşünce sistemlerini, olaylara yaklaşımlarını duyguları yönetmeye başlar. Bu noktada kişi artık aklının denetiminden çıkmış, duygularının kontrolüne girmiştir. Böyle bir insanın duyguları aklının önüne set çekmiş, aklını örtmüştür.

Hiçbir Kurani ölçü gözetmeden sevdiği insana ölesiye aşık olduğunu iddia eden bir kişinin ya da patronundan, kocasından, herhangi birinden şiddetle korkan bir kimsenin, veya öfkeden gözü dönmüş bir insanın elbette ki içinde bulunduğu bu ruh haliyle akılcı davranışlar sergilemesi beklenemez. Çünkü bu kişiler sınır ve ölçü tanımayan duygularının esiri olmuşlar ve bunun sonucunda da akılları kapanmıştır.

Duygusallık insanı gerçeklerden uzaklaştırır. Duygusal insanların en belirgin yönlerinden biri gerçek dışı bir dünyayı yaşama istekleridir. Bu ruh halindeki bir kimse hayal aleminde yaşar gibidir. Gerçeklerle arasındaki bağ son derece zayıftır. Aklın ve mantığın yerini duygular, gerçeklerin yerini ise hayal ve kuruntular almıştır. Bu bakımdan duygusal bir kişiye ulaşmak yani bu kişiyle diyalog kurabilmek, ona fikir danışmak, tavsiyede bulunmak pek mümkün olmaz. Aslında duygusallık, psikiyatri dilinde "şizofreni" olarak bilinen ruh hastalığının, hafif bir şeklidir. (Daha önce de belirttiğimiz gibi, şizofreni hastaları, gerçeklerden tamamen kopar ve kendi hayal dünyaları içinde yaşarlar.) 

Duygusal kişilerin durumunu televizyon karşısında film seyreden bir kimsenin ağlamasına benzetebiliriz: Böyle bir kimse artık gerçeklerden o kadar uzaklaşmıştır ki, bu filmde oynadığı rolden para alan, hatta belki gerçek hayatta her türlü kötü ahlak özelliğini üzerinde taşıyan bir insanın filmdeki rolü gereği canı acıdığı için ona üzülebilmekte hatta bu kimse için ağlayabilmektedir. Akıllı bir kişinin asla içine düşmeyeceği bu durum duygusal bir zihniyetin insanı gerçeklerden ne denli kopardığını, ne kadar sağlıksız düşünmeye ittiğini açıkça göstermektedir. İşte bu çarpık bakış açısı günlük hayatta yaşanan olaylara da yansımaktadır.

Duygusal insanların çoğunlukla eli kolu bağlı oturan, sadece ağlamakla yetinen, yakınıp şikayet eden ama bu yakınmaları, rahatsızlıkları sadece sözde kalan kişiler olduklarına şahit oluruz. Örneğin bir yakınının kaza geçirdiği haberi gelir, bunda mutlaka bir hayır olduğunu, ardından da nasıl yardım edebileceğini düşünmek yerine, duygusal bir kişi genellikle ağlamaya başlar, bayılmaya kalkar. Sağlıkla ilgili gerekli tedbirler alınmış mı, doktor, ilaç durumu yeterli mi gibi akılcı sorular sormak, durumun hassasiyetini ve yapabileceği yardımı öğrenmek yerine, bizzat kendisi teselliye, yardıma muhtaç konuma düşer.

Veya yanında birinin aniden fenalaştığını görür. Ama bu kişiye ilk yardımda bulunup ambulans çağıracağına telaşlanmaya, panik yaratmaya, hayıflanmaya, şuursuz ve akılsız tepkiler vermeye başlayabilir. Kendisinden olanları anlatması istendiğinde olayı dahi aktaramaz, kısacası yaşadığı duygusallık onu aklını kullanamaz hale getirdiğinden böyle bir kişiyle tüm bağlantı kesilir.
Ya da kendisinin önemli bir rahatsızlığı vardır. Ancak bunu bildiği halde doktora gittiğinde ciddi bir hastalık teşhisi ile karşılaşacağını, böyle bir durumda da korkup üzüleceğini düşünerek hastalığının belirtilerini umursamaz. Akılcı davrandığında alabileceği tedbirleri görmezden gelerek, hastalığını tedavi ettirme fırsatını yitirebilir.

Örneklerini daha çok çoğaltabileceğimiz duygusal kişilerin gösterdikleri bu tarz akılsız tepkiler, gerçekçi olmayan çıkarım ve mantıklar son derece ciddi -hayati- sonuçlar da doğurabilmektedir. Neticede bu kimseler şeytanın da etkisiyle etraflarında gelişen ve olumsuz gibi görünen olaylardan öylesine sarsılırlar ki bizzat kendileri yardım edilmesi, teskin edilmesi gereken kişiler olurlar. Halbuki biraz akıl kullanarak, yaşadıkları olaylar karşısında isabetli kararlar alarak sorunları çözebilme imkanları vardır.

Görüldüğü gibi duygusal kimseler akıl yürütüp çözümler üreten, insanları yönlendiren değil de kendisi yönlendirilmesi gereken, sahip çıkılan, insanlara yük olan kimselerdir. Tüm bunların sonucunda da bu kişiler akıl kullanamayan, kendi içlerinde mutsuz, huzursuz, etraflarına sorun olan atıl kimseler olurlar. Örneğin duygusal bir kişi yanında yardıma muhtaç biri olduğunda, bu kişiye yardımda bulunmak yerine hayıflanmayı, "tüh tüh, vah vah, yazık" gibi acıma ifadeleri kullanmayı yeterli görebilir. Böyle bir durumda akıl tümüyle geri plana atılmıştır. Dolayısıyla da bu anlayıştaki bir kimseden gerçek anlamda bir fayda beklemek yanlış olur.

Allah Kuran'da bu gibi insanlarla müminlerin farkını şöyle anlatmaktadır:

Allah şu örneği verdi: İki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi? (Nahl Suresi, 76)

Müminler olaylara duygusal değil akılcı tepkiler verirler ve her durumda üstteki ayette belirtildiği gibi "adaletle emreder", yani doğru olanın yapılmasını sağlarlar. Yaşadıkları her olayın Allah'ın takdiriyle olduğunu bildiklerinden ve Allah'ın kendileri için dilediğinin dışında hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğinin bilincinde olduklarından, bunun teslimiyeti ve rahatlığı içinde itidallerini hiçbir zaman kaybetmezler. Beklenmedik bir tepki vermez, ümitsizliğe asla kapılmaz, karamsar bir üsluba düşmezler. Aksilik gibi görünen olayları bile Allah'ın kendileri için bir güzellik olarak yarattığının farkındadırlar.

Duygusallığın tehlike oluşturan yönlerinden biri de bu kişiye içinde bulunduğu ruh halinin yanlışlığı anlatılmak istendiğinde, bunu kesinlikle kabul etmemesi hatta böyle bir ihtimali dinlemeyi de en baştan reddetmesidir. Duygusal bir kimse dışarıdan gelen her türlü fikre öylesine kapalıdır ki, hemen haksızlığa uğradığı hissine kapılarak ya hüzünlenip ağlamaya başlar, ya da küsüp bir köşeye çekilir ve içine kapanır. Bu bakımdan duygusal bir kimseye değil eleştiride bulunmak, bir şeyi hatırlatmak, bir tavsiyede bulunmak bile söz konusu olmaz.

Duygusallık, insanlara alıngan bir yapı kazandırır. Bunun sonucu olarak bu kişiler her söylenenin altında kendilerine farklı bir mesaj olduğunu düşünerek, içlerinde son derece farklı ve abartılı çıkarımlar yapabilirler. Ayrıca hiçbir açıklama yapmadan uzun süre konuşmama, surat asma, selamlaşmama gibi çocukça protesto yöntemleri kullanabilirler. Bunun yanı sıra gerçekçi düşünemediklerinden ya da gerçeklerle yüz yüze gelmekten çekindiklerinden dolayı özeleştiri yapıp kendilerini düzeltmeleri de mümkün olmaz. Biraz önce de belirttiğimiz gibi bu zihniyetteki kişiler kendilerine söylenen her sözü ya kendilerine yapılmış bir haksızlık olarak değerlendirirler ya da ümitsizliğe kapılarak kendilerine büyük bir sıkıntıya dönüştürürler. Nitekim Allah kendilerine mutsuzluğu seçen bu tür kişilerden bir ayette şöyle bahsetmektedir:

Allah'tan 'İçi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır. (A'la Suresi, 10-11)

Sonuçta, akıllarını kullanmadıkları için duygularının emrine giren ve bu yüzden günden güne akılları daha da örtülen kimselerin bu hallerinden arınmadıkça dini kavramaları ve yaşamaları mümkün değildir. Duygusal, akılsız bir insan sağlıklı bir muhakeme yeteneğinden, tutarlı bir mantık örgüsünden yoksundur. Mümi

n için çok açık olan bir konuda çelişkilere, kuruntulara saplanır. Vesveselerle boğuşur. Temiz akıl sahipleri için bir öğüt olan Kuran'ı anlayamaz, ondan öğüt alamaz, Allah'ı gereği gibi takdir edemez, kendisinin, etrafında, kainatta sürüp giden olayların yaratılış hikmetlerini, dünyanın, cennetin, cehennemin varoluş sebeplerini kavrayamaz. Allah'tan başka İlah olmamasının ne anlama geldiğini anlayamaz. Bu şuursuzluktaki bir kimsenin her fikri, her düşüncesi, her amacı, her niyeti, her davranışı kendisini bir şirkten başka bir şirke sürükler.

Bu, şeytanın insanları Allah'ın yolundan saptırma yöntemlerinden biridir. Kuran'da şeytanın insanları cehenneme sürüklemek için her türlü yöntemi kullanacağı şöyle bildirilmiştir:

Allah, onu lanetlemiştir. O da (şöyle) dedi: "Andolsun, kullarından 'miktarları tespit edilmiş bir grubu' (kendime uşak) edineceğim. Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 118-120)

Allah'ın bu ayetlerini bilerek şeytanın vesveselerinden yüz çeviren, dolayısıyla duygularının etkisine kapılmadan aklını kullanan bir kimse gerçekleri net ve berrak olarak görür, ona göre davranır. Duygusal, dolayısıyla aklı örtülmüş bir kimsenin içinden çıkamadığı, çok karmaşık, çelişkili, açıklanamaz gibi gördüğü konular, akıllı bir müminin gözünde son derece kolay, açık, net ve sadedir. Duygusallığının peşinden sürüklenen kimseler akıllarını bir kenara atmış, kendilerini şeytanın büyüsüne ve iradesine teslim etmiş bir şekilde şirkin karanlığı ve bataklığı içinde ebedi azaplarına doğru sürüklenmeye devam ederler.



İMANLA GELEN GERÇEK AKIL



... Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.
(Maide Suresi, 15-16)

Kitabın bundan sonraki kısmında, romantizmin günlük hayattaki olumsuz etkilerini inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, buraya kadar sık sık değindiğimiz "akıl" kavramının gerçek manasını da detaylı olarak izah etmek gerekmektedir.

Akıl sözcüğü toplum içinde genel olarak zeka kavramını ifade etmek için kullanılır. Bu  sebeple akıllı bir insanla zeki bir insan arasındaki önemli farklılıklar da çoğu zaman göz ardı edilir. Fakat bu çok önemli bir yanılgıdır. Akıl ve zeka gerçekte farklı özelliklerdir.

Akıl, müminin, Allah'ın olayları yaratmasındaki ince hikmetleri görmesini ve olayları bu İlahi hikmetler dairesinde değerlendirmesini sağlar. Yalnızca zekaya dayalı bir yaklaşım ise olayları, ancak basit sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde, mekanik ve dar kapsamlı bir algılamayı getirir. Akıl, zekadan daha üst boyuttaki bir meziyettir ve ancak Allah'a ve Kuran'a kesin bilgiyle iman eden, Kuran ayetlerine uygun bir yaşam sürdüren müminlere özgü bir yetenektir. Zeka, tüm insanlarda çeşitli derecelerde bulunan ortak bir fiziksel özelliktir. Ancak akıl yalnızca iman edenlere mahsustur. İman etmeyenler içinse akıldan bahsetmek söz konusu değildir.

Akıl, zekanın, muhakemenin ve mantık örgüsünün de en doğru ve kusursuz biçimde kullanılmasını, bu yeteneklerden en üst düzeyde faydalanılmasını sağlar. Akılsız bir insan ise ne kadar zeki olursa olsun, akledemediği için mutlaka belli bir noktada, yanlış bir mantığa, bozuk bir yargıya sapmaya mahkumdur. Dünya tarihinde iman etmeyen felsefecilere ve fikir adamlarına bakıldığında hepsinin aynı konularla ilgili farklı hatta kimi zaman taban tabana zıt düşünceleri savundukları görülür. Bunların hepsi oldukça zeki insanlar olmalarına rağmen imana ve dolayısıyla akla sahip olmadıkları için doğruları bulamamışlardır. Hatta birçoğu insanlığı sayısız felaketlerin içine sürüklemişlerdir. Yakın tarihten örnekler verecek olursak, Hitler, Mussolini, Marx, Engels, Lenin, Troçki gibi pek çok felsefeci, ideolog ve devlet adamı, zeki insanlar oldukları halde akledemediklerinden dolayı milyonlarca insanın felaketine sebep olmuşlardır. Oysa akıl insanların felaketini değil, barış, huzur ve mutluluğunu gözetir, bunları elde etmenin yol ve yöntemlerini gösterir.

İnsan düşünme, algılama, dikkat sarfetme, pratik davranma gibi pek çok şeyi zekası sayesinde gerçekleştirir. Ancak akıllı bir insan zeka ile mümkün olmayan derin bir anlayışa, doğrularla yanlışları ayırt etme yeteneğine de sahiptir. Dolayısıyla akıl kişiye zekanın çok ötesinde bir üstünlük kazandırır.

Aklın kaynağı ise az önce belirttiğimiz gibi, samimi iman ve Allah korkusudur. Allah'tan korkan, O'nun emir ve yasaklarından sakınan, tavsiyelerine titizlik gösteren bir kimse doğal olarak bu üstünlüğe -Allah'tan bir nimet olarak- sahip olur.

Ancak bu yeteneğe sahip olmak bu kadar kolay olmasına karşın insanlardan çok azı akıl sahibidir. Allah'ın Kuran'da "... onların çoğu akıl erdirmez." (Maide Suresi, 103) ayetiyle haber verdiği bu gerçek, insanların çoğunun gerçek imana sahip olmaması, Kuran'dan uzak bir hayat benimsemelerinden kaynaklanan bir durumdur.

Allah'ın, Kendisi'nden korkan ve samimiyetle Kuran'a uyan kişilere nasip ettiği akıl, iman eden salih müminleri her durumda üstün bir konuma getirir. Ayrıca iman sahibi bir kimsenin, herşeyi her an Allah'ın yarattığını bilmesi, en ince detayına kadar herşeyin Allah'ın belirlediği kader dahilinde geliştiğinin ve her an Allah'la birlikte olduğunun bilincinde olması aklın temelini oluşturan unsurlardır. Öte yandan akıl, kişinin sahip olduğu üstün yönlerinin değişen şartlara ve ortama en kusursuz şekilde uyum sağlamasını da mümkün kılar.

Müminin basiret ve ferasetindeki keskinlik, dikkat ve şuur açıklığı, üstün teşhis ve çözüm kabiliyeti, güzel ahlakı, konuşma ve tavırlarındaki hikmet, güçlü kişiliği hep, akıl sahibi olmasının doğal sonuçlarıdır.  

Tarif ettiğimiz bu örnek modelin, bu üstün özelliklerin bir kişiye ait olduğunu değil de, toplumun genel yapısını oluşturduğunu düşünün: Herkesin akılla hareket ettiği her konuşmasında, her tavrında, aldığı her kararda, uyguladığı her çözümde aklın avantajlarının çoğunluk tarafından yaşandığını… Akıllı insanlardan oluşan bir topluluğun oluşturacağı ortamı… Kuşkusuz herkesin özlemini duyduğu huzur, güvenlik, esenlik, itidal için akıllı insanlara ihtiyaç vardır. Ayrıca insanları bezdiren kaos, kargaşa ve anarşinin engellenmesi ve bu konulara köklü çözümler getirilebilmesi için de akıl sahibi kimselerin varlığı kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu bakımdan her sorunun anahtarı olan akla duyulan ihtiyaç ortadadır.

Şüphesiz akıl, bir insanın sahip olduğu en önemli özelliklerdendir. Akıllı bir kimse kendisine olduğundan çok daha fazla faydayı çevresine sağlar. Çünkü imanın getirdiği ahlakta, Allah'ın rızasını kazanmak dı

şında hiçbir düşünce, hedef ya da ideal yoktur. Böyle bir kişi Kuran'da tarif edilen mümin özelliklerini eksiksiz olarak yaşar; mazlumların korunup kollanması, yolda kalmışlara, kimsesizlere, yardıma ihtiyacı olanlara sahip çıkılması, adaletin hak olarak işlemesi, kimsenin aç bırakılmaması gibi her konunun sorumluluğunu üzerinde hisseder. Kuran'dan öğrendiği bu incelikleri, vicdani sorumlulukları aklı sayesinde kusursuz bir şekilde gerçekleştirir. Nitekim çözüm getirme, hikmetli konuşma ve yazma, tedbir alma, uygulama, yol gösterme gibi pek çok konuda doğal olarak herkesin gözü akıllı bir kimseyi arar. Çünkü böyle bir kimsenin her tavrından, her konuşmasından, her fikrinden istifade edilir.

Aklın gerekliliği bu derece önemliyken akılsızlığın ne denli ciddi bir tehlike olduğunu tespit etmek hiç de zor değildir. Gerek kişinin şahsı, gerekse toplum geneli ile ilgili olarak akılsızlığın sebep olduğu durumları, getirdiği belaları incelemek durumun ciddiyetinin gereği gibi anlaşılması bakımından faydalı olacaktır.

Aklın önündeki en büyük engellerden biri ise, kitabın önceki bölümlerinde siyasi ve toplumsal etkilerini ele aldığımız bir ruhsal bozukluktur: Romantizm ya da diğer adıyla duygusallık.