28 Aralık 2015 Pazartesi

İslam dünyasındaki suni ayrımlar nasıl son bulur?

  
Sayın Adnan Oktar hemen her röportajında, her konuşmasında ve çalışmasında Müslümanların birlik olmalarının önemine ısrarla dikkat çekmektedir. Şeytanın oyunlarını bir bir deşifre ederek Allah'ın dilemesiyle etkisiz hale getirmekte, dünyada İslam ahlakının yerleşik hale gelmesi ve tüm insanlığın rahat etmesi için fikri alanda önemli bir mücadele yürütmektedir. Nitekim evrim teorisinin    geçersizliğinin kesin delillerle ortaya koyulmasının ardından dünya çapında din ahlakına bir yöneliş olduğu basında da her gün çıkan haberlerle aşikardır.

İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu       yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)

İslam dünyasında uzun yıllardır birlik ve beraberlik ruhunun gereği gibi yaşanmıyor olması, hem birtakım sorunlara zemin hazırlamakta hem de mevcut sorunlara kalıcı çözümler oluşturulmasını zorlaştırmaktadır.

Bu durumun son bulması ve Müslümanların ve diğer tüm toplumların huzura, güvene ve barışa kavuşabilmeleri için, İslam dünyasında suni olarak oluşturulan ayırımların ortadan kaldırılması şarttır. Müslümanlar, Allah'ın Kuran-ı Kerim'de buyurduğu gibi, kardeş olduklarının şuuruyla hareket etmeli, bir ailenin fertleri gibi sevgi, saygı ve samimiyetle birlik olmalıdırlar. İslam dünyasının özlemi içinde olduğu aydınlık ve huzurlu günlerin yaşanması ancak tüm Müslümanların bu şekilde tek yürek olması ile mümkündür.
  
İslam medeniyetinin tüm dünyayı aydınlattığı, bilimde, sanatta, mimaride, ticarette dünyaya örnek olduğu dönemler, Müslümanların birlik ve beraberlik içinde hareket ettikleri dönemler olmuştur. Gerek Peygamber Efendimiz (sav)'in döneminde ve gerekse bunu takip eden zamanlarda, Kuran ahlakıyla ahlaklanan Müslümanların, gittikleri her yere hoşgörü, akıl, bilim, sanat, estetik, temizlik ve refah götürmelerinin ve İslam dünyasının, dünyanın en modern ve en çağdaş uygarlığı olmasının temelinde, birlik ruhunun sağladığı huzur, güven ve barış ortamı vardır. Günümüzde de İslam dünyası gücünü, nurunu, bereketini tekrar elde etme ve kendi içinde oluşan suni ayrımları ortadan kaldırma ihtiyacındadır.  



Ayrımcılık ve Kutuplaşma Kuran Ahlakına Uygun Değildir

Her Müslüman, dünyada ve ahirette birbirinin kardeşidir. Müslümanların birlik olmaları, aynı safta yer almaları, birbirlerine her şartta destekçi olup yardım etmeleri, birbirlerine Allah rızası için içli bir sevgi, şefkat duymaları ve birbirlerine karşı her zaman affedici olmaları Allah'ın beğendiği ve istediği bir ahlaktır. Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden, ahirete inanan, peygamberlere karşı çoşkun bir sevgi ve saygı duyan, Kuran'ın hak olduğunu tasdik eden ve titizlikle uygulayan herkes Müslümandır. Müslümanlar arasında ayrımcılığın Kuran'da kesinlikle yeri yoktur. Bu, şeytanın Müslümanların gücünü kırmak amacıyla oynadığı sinsi bir oyundur. Çekişme, kavga, karşılıklı mücadele ve haset, insanın beynini ve özellikle de vicdanını çok yorar. Kişinin ruhunu kirletir, fiziksel ve manevi anlamda gücünü zayıflatır. Şeytan da bu gerçeği bildiği için müminlerin arasına girmeye ve bu şekilde onları güçten düşürmeye çalışır. Akıllarını ve dikkatlerini boş konulara yoğunlaştırarak Allah'ın dinine yardım etmelerini, İslam ahlakını yaymalarını engellemeye çaba harcar. Yüce Allah Kuran'da inananları şu şekilde uyarmaktadır:

“Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal Suresi, 46)

Şeytan insanların iman etmelerini, samimi olmalarını, güzel ahlak göstermelerini,   Allah'a gönülden boyun eğerek yaşamalarını istemez. Birlik oldukları takdirde Müslümanların nasıl güzel ve etkili bir güce sahip olacaklarını, bu vesileyle Kuran ahlakının her yerde yaşanmaya başlanacağını, dünyada cennet gibi bir ortam oluşacağını bildiği için sürekli aleyhte bir faaliyet içindedir. Ancak samimi iman edip her şartta Allah'a yönelip tevekkül edildiği takdirde şeytanın müminler üzerinde olumsuz hiçbir etkisinin olmayacağını Allah Kuran'da bizlere haber vermiştir:

“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur.” (Nahl Suresi, 99)

Müslümanlara Düşen Sorumluluklar

Şeytanın tuzağına düşmemek için Müslümanların özellikle birbirlerine karşı çok anlayışlı, sevgi dolu ve bağışlayıcı olmaları; kötü zandan mutlaka kaçınmaları gerekir.

Müslümanlar kardeşlik ve dostluk ruhuna uygun hareket etmeli, yaşanan büyük acıların önüne geçilebilmesi ve bunların tam anlamıyla son bulması için dayanışma içinde olmalı, birlik haline gelmelidirler.

Gücünü ve enerjisini yalnızca İslam'ın, Müslümanların ve insanlığın hayrına kullanan, çoğulculuktan yana olan, uzlaşmacı ve barışsever bir kültür Müslümanlar arasında egemen olursa, İslam dünyası, 21. yüzyılın en büyük medeniyetlerinden birini inşa edebilir. Aksi halde, dağılmış, ayrılmış, birbirlerinden kopuk olan Müslümanların kendi değerlerini savunmaya dahi güç yetirmeleri çok zor olacaktır.

* İnsan hakları, inanç, yaşam ve fikir özgürlükleri konusunda olumsuz bir yaklaşımla karşı karşıya kalmaları durumunda, Müslümanların değerlerini beraberce fikren savunmaları Kuran ahlakının bir gereğidir. Birlik ve beraberlik içinde yürütülecek fikri mücadelenin çok etkili olacağı, istenen neticeye kısa sürede ulaşılabileceği açıktır.

* Müslümanlar, farklılıkları bir ayrılık veya bir uzak durma sebebi olarak değil, bir renklilik, kültürel çeşitlilik, güzellik olarak değerlendirmelidirler. Sevgi, merhamet, anlayış ve şefkatle karşılarındakilere yaklaşmalı, kardeşlerine muhabbet duymalı, onları her zaman öven ve saygılı bir üslup kullanmalıdırlar.

* İslam ahlakının gereği olan sevgi, merhamet, fedakarlık, anlayış, affedicilik gibi güzel özelliklerini, çevremizdeki insanlara olduğu gibi, farklı camialarda olan Müslüman kardeşlerimize de gereğince göstermelidirler.

* Kardeşlik, sevgi, barış, hoşgörü, muhabbet, dostluk, affedicilik gibi konuları sürekli teşvik etmek, hatta bu konularda örnek teşkil etmek son derece önemlidir. Bu şekilde Müslümanların şevkini ve heyecanını artıracak bir hizmet içerisinde olmak, şeytanın oluşturmaya çalıştığı kargaşa ve mücadele ortamını Allah'ın izniyle tamamen yok edecektir. Nitekim bu yönde atılan her adımın İslam aleminde hemen olumlu sonuçlar doğurduğunu Allah bizlere göstermektedir.

Zira Sayın Adnan Oktar hemen her röportajında, her konuşmasında ve çalışmasında Müslümanların birlik olmalarının önemine dikkat çekmektedir. Şeytanın oyunlarını bir bir deşifre ederek Allah'ın dilemesiyle bu oyunları etkisiz hale getirmekte, dünyada İslam ahlakının yerleşik hale gelmesi ve tüm insanlığın rahat etmesi için fikri alanda önemli bir mücadele vermektedir. Nitekim evrim teorisinin geçersizliğinin kesin delillerle ortaya koyulmasının ardından dünya çapında din ahlakına bir yöneliş olduğu basında da her gün çıkan haberlerle aşikardır.

SAYIN ADNAN OKTAR’IN BİRLİK MESAJLARI HAYATA GEÇİYOR

Sayın Adnan Oktar'ın özellikle son dönemlerde Türk-İslam Birliği'nin üzerinde ısrarla durmasıyla, başta Ortadoğu olmak üzere tüm İslam coğrafyasında çok hayırlı bir hareket, tarihi bir atılım başladı. İran, Suriye, Irak, Filistin, Azerbaycan ve diğer tüm İslam ülkelerinden "Hemen birlik olalım, bizler kardeşiz, birlik Müslümanlar için hayatidir" sesleri, şimdiye dek hiç olmadığı kadar yüksek çıkmaya başladı. Üstelik bunlar sadece yazarların veya araştırmacıların yorumlarıyla da sınırlı değil. Türk-İslam ülkelerinin üst düzey devlet yöneticileri ve kanaat önderleri de İslam Birliği'nin önemine her zamankinden çok değinmeye, hatta bu yolda çok önemli adımlar atmaya başladılar. Ortak ekonomik girişimler oluşturuldu, ortak yatırımların sayısı arttı, birlik meclisleri tesis edildi. Siyasetçilerin ve düşünürlerin ortak kanaati, Türk-İslam Birliği'nin kurulmasının artık an meselesi olduğu yönünde.

İran Cumhurbaşkanı Sayın Mahmud Ahmedinejad'ın son İstanbul ziyareti de bu yönüyle çok dikkat çekici oldu. Sayın Ahmedinejad'ın ziyareti boyunca sevginin ve kardeşliğin üzerinde durması, Türkiye'ye duydukları muhabbeti vurgulaması, Müslümanların birlik olması gerektiğine dikkat çekmesi ve Müslümanların arasında ayrılık olmadığını vurgulayan tavırlarda bulunması son derece önemli gelişmelerdir.

Ayrıca Mahmud Ahmedinejad'ın namazda Sünni imama uyması, Şiiliğin bu konuda yanlış bir bakış açısı içerisinde olmadığını da göstermektedir. Mahmud Ahmedinejad'ın bu uygulaması, Sünnilerle Şiilerin aralarında İslam kardeşliğinin, İslam bağının olduğunu; bir Şii'nin arkasında bir Sünni'nin, bir Sünni'nin arkasında bir Şii'nin namaz kılabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Mahmud Ahmedinejad'ın, Sayın Adnan Oktar'ın öncülüğünü yaptığı gibi, Türkiye'nin önderliğinde bir İslam Birliği'ne ve İslam kardeşliğine son derece sıcak baktığı anlaşılmaktadır.

SAYIN BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN’IN AÇIKLAMASI

"...En azından bundan sonra tarafların aklı selim ve basiretle diplomatik bir çözüm üretmeleri için Türkiye olarak sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz. Diyoruz ki, ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE KİMSE KAZANCINI BAŞKASININ KAYBINDA ARAMAMALIDIR. Esasen hiçbir sıcak çatışmanın mutlak kazananı da yoktur. Derin bir tarihe sahip ihtilafları kışkırtacak şekilde Kafkaslarda barış ve istikrarın bozulması, küresel barış ve istikrar açısından da çok ağır sonuçlar doğuracaktır. Tüm tarafları, az ya da çok herkesin kaybedeceği, herkesin bedel ödeyeceği çatışmacı bir güç yarışından kaçınmaya, bunun yerine, HERKESİN KAZANÇLI ÇIKACAĞI, İŞBİRLİĞİNE dayalı bir rekabete davet ediyoruz."



SAYIN MAHMUD AHMEDİJENAD İSTANBUL ZİYARETİ SIRASINDAKİ AÇIKLAMALARI

İran, Türkiye, Suriye ve Irak'ın iktisattan kültüre, siyasetten güvenliğe kadar her alanda işbirliğine gitmeleri tabiidir. Zira bu ülkeler aynı kültür havzasına aittir.

Türkiye'nin ilerlemesini kendi ilerlememiz gibi görüyoruz. BİZ KARDEŞİZ. AYNI DİNE MENSUBUZ. Halkı ve hükümetiyle Türkiye'yi çok seviyoruz. Çok seviyoruz.

Türkiye ve İran İMKANLARINI BİRLEŞTİREREK birbirini tamamlayabilir. İki ülke arasındaki İŞBİRLİĞİ BÜYÜK BİR GÜÇ OLUŞTURABİLİR. BU GÜÇ BÖLGE VE DÜNYA BARIŞININ TESİSİNDE KULLANILABİLİR. İzzet yolunda beraber yürümeye azmedersek bunu gerçekleştirebiliriz. Ne mutlu bize ki bu irade bugün iki ülkede de mevcuttur.

Biz Türkiye'yi içten seviyoruz. Türkiye ile daima beraber olacağız.

Sayın Ahmedinejad'ın verdiği bu mesajların İslam Birliği yönünde önemli açıklamalar olduğu Türk basınında da yer aldı. Bunlardan biri Hakan Albayrak'ın 16 Ağustos 2008 tarihli, "Ahmedinejad'ın Ziyareti: Tarihte Yeni Bir Sayfa" başlıklı yazısı idi:

"Türkiye'yi ziyaret eden İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın dün İstanbul'da düzenlediği basın toplantısında verdiği bu beyanatlar, yepyeni bir İran-Türkiye Vizyonu'na işaret etmektedir. Bu vizyon, bir MUHABBET VİZYONUDUR. BU VİZYON BİR STRATEJİK ORTAKLIK VİZYONUDUR. Bu vizyon bir yoldaşlık vizyonudur. BU VİZYON BİR İTTİFAK VE HATTA BİR İTTİHAD (BİRLİK) VİZYONUDUR... Bundan sonra yol, birlik ve beraberlik yoludur. İkili ilişkilerde yaşanan ufak tefek sıkıntılar bu gerçeği asla gölgeleyemez. İran Cumhurbaşkanı, bir Osmanlı camiinde Sünni kardeşleriyle omuz omuza Cuma namazı kılarak tarihte yeni bir sayfa açıldığını müjdelemiştir. Onu sevinç gösterileri ve tekbir sesleriyle karşılayıp uğurlayan cemaat de tarihte yeni sayfanın açıldığını coşkuyla teyit etmiştir. Mübarek olsun." (Hakan Albayrak, Yeni Şafak, 16.8.2008)

İran'ın en yüksek tirajlı gazetesi Hemşehri'de çıkan bir makalede ise Türk-İslam Birliği'nin önemi ve her geçen gün bu birliğe biraz daha yaklaşıldığı şu şekilde anlatılmaktadır:

"Ortadoğu, tarihinin en zorlu günlerini yaşıyor, fakat İran-Türkiye-Suriye ittifakı ile bütün krizlerin üstesinden gelebiliriz. Amerika, bu üç ülkenin beraber hareket ettiği hiçbir yerde başarılı olamaz. Irak'ta olamadı işte, Suriye üzerindeki planları da, İran ve Türkiye'nin Suriye'ye sahip çıkması sayesinde suya düştü... Ahmedinejad'ın Türkiye ziayreti, BÖLGENİN KURTULUŞU İÇİN ELZEM (çok gerekli) OLAN İTTİHADA DOĞRU ATILMIŞ TARİHİ BİR ADIM olacaktır."

SAYIN ADNAN OKTAR’IN İSLAM DÜNYASINDA AYRIMLARIN KALKMASIYLA İLGİLİ AÇIKLAMALARI

Sünni Şii ayrımı masonların bir oyunu, öyle bir şey yok. Şiiler son derece halis, muhlis, tertemiz sağlam Müslümanlardır. Sünniler de öyle son derece sağlam, tertemiz Müslümanlardır. Hiç birbirlerinden de farkı yoktur. Hepsi ehl-i Kıble'dir, hepsi aynı Allah'a inanır. Aynı Peygamberi severler. Hepsine coşkun ve derin bir muhabbetim var. Ayrılık bir zorlama. Bu konuda benim nerede olduğum konusunda da ben zaten Hz. Ali'nin neslinden geliyorum seyyidim. Hz. Ali benim dedem tabi ki de çok canım gibi seviyorum. Ve çok mübarek ve muhteşem bir insan. O insanların yaptığı her şeye hikmet ve hayır gözüyle bakmak lazım. Hazreti Ayşe'nin tavırlarına da, Hazreti Ali'nin tavırlarına da hepsine saygıyla bakmak lazım. Onları onlara bırakmak lazım. Allah'a bırakmak lazım. Ahirette inşaAllah hepsi cennetteler Allah'ın izniyle. Bizim kardeşlik gözüyle bunları devam ettirmemiz gerekiyor. O tip şeylerde derin tetkike derin araştırmaya gerek yok hep son hal esastır. Allah'ın hikmetle, hayırla yarattığı şeylerde biz her şeyi anlayamayabiliriz. Her şeyi anlamaya çalışmamız gerekmez. Biz sadece Kuran'a ve sünnete tabii olmakla mükellefiz. (Nisan 2008 Al-Baghdadi TV)

SAYIN ADNAN OKTAR’IN DOSTLUK VE KARDEŞLİĞİ TEŞVİK EDEN AÇIKLAMALARI

Sayın Adnan Oktar hem kitaplarında ve yazılarında hem de kendisiyle yapılan röportajlardaki açıklamalarında, toplumlar arası ilişkilerin dostluğa, sevgiye ve kardeşliğe dayalı olması gerektiğini söylemektedir. Türkiye'ye komşu bölgelerde yaşanan acı ve sıkıntıların nasıl son bulacağına yönelik kendisine yöneltilen tüm sorularda, sevgi ve merhametle yaklaşıldığında her sorunun çözüme kavuşacağını dile getirmektedir. Türk-İslam Birliği'nin tesis edilmesiyle kavgaların, çatışmaların, anarşi ve terörün tamamen ortadan kalkacağını, sadece Müslüman toplumların değil, tüm Avrupa'nın, ABD'nin, Rusya'nın, Çin'in, İsrail'in huzur bulacağını sık sık söyleyen Sayın Adnan Oktar, her dinden her milletten insanın huzur ve güvenlik içinde yaşayacağı bir sistem anlatmaktadır. Türk-İslam Birliği'nin kurulduğu bu sistemde, toplumların birbirini ezmeyi ve sömürmeyi esas alan Darwinist-materyalist uygulamalar tamamen ortadan kalkacak, müreffeh, aydınlık, demokrat, uygar, herkesin mutlu ve huzurlu olduğu bir ortam olacaktır. Diğerini ezerek, acımasızca yok ederek güçlü olunabileceğini savunan batıl sistemin yerine, birbirine destek olarak güçlenen, birbirini kollayarak zenginleşen, anlayışla ve hoşgörüyle gelişen bir düzen hakim olacaktır. Sayın Adnan Oktar'ın önemle üzerinde durduğu husus ise böyle bir birlikten ve anlayıştan, herkesin fayda göreceği, herkesin rahat edeceği, huzur bulacağıdır. Bir toplumun, diğerinin ezilmesinden veya zor duruma düşmesinden dolayı mutluluk duymasının mümkün olmayacağı, mutluluğun kardeşçe ve dostça yaşanarak sağlanacağıdır. 

Sayın Adnan Oktar'ın kitaplarında, yazılarında ve konuşmalarında anlattığı bu model hem Türkiye'de hem de dünyada çok büyük etki uyandırmakta, önemli gelişmelere vesile olmaktadır. Bu etkinin en son yansımalarından biri de Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan'ın konuşmasıdır. Sayın Başbakan, 30 Ağustos 2008 tarihli "Ulusa Sesleniş" konuşmasında, tam Sayın Adnan Oktar'ın tarif edip açıkladığı ve teşvik ettiği anlayışa uygun yorumlarda bulunmuştur. Türkiye'nin yeni dış politikasının bölgeye barış ve istikrar getirmeye yönelik olduğunu, bunun için de akılcı ve dengeli bir diplomatik yol izlendiğini ifade etmiş, bu politikanın temelinde ise "herkesin kazançlı çıkacağı bir işbirliği"nin olduğunu söylemiştir.


ARALARINDAKİ KARDEŞLİK BAĞI MÜSLÜMANLARIN DECCAL İLE FİTNESİNDEN KORUNMALARINA VESİLE OLUR

 Ahir zaman çok büyük olayların ve tarihi gelişmelerin yaşanacağı bir dönemdir. Bu değişimlere vesile olacak şahıslar da çok kutlu ve mübarek insanlardır. Ahir zamanın bu mübarek şahısları olan Hz. İsa ve Hz. Mehdi, ahir zamanda dinsizliğe karşı fikri mücadele yürütecek, -Allah'ın izniyle- Kuran ahlakının tüm yeryüzüne hakim olmasına vesile olacaklardır. Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin bu büyük fikri mücadelelerinde karşılarındaki en büyük negatif gücün ne olacağı da hadislerde haber verilmiştir. Bu negatif güç "Deccal"dir. Ancak ahir zamanda Deccal'in insanları din ahlakından uzaklaştırmak için gösterdiği çaba, Allah'ın izniyle samimi olarak iman edenler üzerinde etkili olmayacaktır.

Bu büyük fikri mücadele içinde Müslümanların birlik ruhu içinde olmalarının da büyük bir önemi vardır. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde, "... Fitnenin girmediği hiçbir ev ve dokunmadığı hiçbir Müslüman kalmaz. Bu durum soyumdan bir adam (Hz. Mehdi) çıkıncaya kadar devam eder..." 1 sözleriyle ahir zamanın müminler için zorlu günler olduğuna dikkat çekmiştir. Bir başka hadiste ise bu çetin koşullardan müminlerin ne şekilde sakınabileceği şöyle haber verilmiştir:

O günlerde araları bozuk olan müminler, Deccal'in hedefi olmaktan kurtulamazlar.2  

Deccal'in fitnesinden korunmak isteyen müminlerin, birlik ve beraberlik içinde olmaları, tüm Müslümanların kardeş olduğu bilinciyle hareket etmeleri gerektiği Peygamber Efendimiz (sav)'in sözünden de açıkça anlaşılmaktadır. Bu ahlak gösterildiğinde, Deccal'in karşısında sayıca az olsalar dahi ihlasla gönülden çaba gösteren salih müminler, Rabbimiz'den Kuran ahlakını tüm dünyaya hakim kılmasını umut edebilirler. Allah, Kuran'da “... Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galib gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara Suresi, 249) ayetiyle bu önemli gerçeği haber vermiştir. Hiç şüphesiz bu, samimi olarak iman edenler için hem çok büyük bir müjde hem de çok önemli bir şevk ve heyecan kaynağıdır.

1. Nuaym b. Hammad, vr, 75b; Şaban Döğen, Hz. Mehdi ve Deccal, Gençlik Yayınları, 2. Baskı 
2. Hakim, Müstedrek, 4:529-530; Şaban Döğen, Hz. Mehdi ve Deccal, Gençlik Yayınları, 2. Baskı


Müslümanların zengin, güçlü ve gösterişli olmaları İslam'ın genel mantığıyla çelişir mi?

  
Bazı çevrelerde fakirliği, az gelişmişliği, köylülüğü, ezikliği ya da yaygın deyimle dünyadan elini-eteğini çekmeyi Müslümanlığın simgesi olarak görmek adeta alışkanlık haline gelmiştir. Bunun tersine bir modelin dinle ilgisi olmadığı inancı oldukça yaygındır. Ancak bu doğru değildir ve diğer birçok konuda olduğu gibi, Kuran'dan uzak bir din anlayışının varlığından kaynaklanır. Dinin temel kaynağı olan Kuran, hiç okunup üzerinde düşünülmemiştir. Bu nedenle de kulaktan dolma hurafelerden oluşan bir din anlayışı gelişmiştir.  İslam'ın içine girmiş yanlış uygulamalar, "... Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar." (Furkan Suresi, 30) ayetiyle dikkat çekildiği gibi, Kuran'ın terk edilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa Kuran'a bakıldığında, İslam'ın kesinlikle böyle bir model öngörmediği rahatlıkla anlaşılır. Birçok peygambere büyük servet ve mülk verildiği ayetlerde yer alır. Bunların içinde Hz. Süleyman'ın eşi görülmemiş zenginliği ve ihtişamı asırlardır dillere destan olmuştur. Allah'ın birçok ayette kendisinden övgüyle bahsettiği ve örnek gösterdiği Hz. Süleyman, kuşkusuz Allah'ın rızası dışında bir amaca ve Allah'ın dini dışında bir yol göstericiye sahip değildi. Öyle ki, Hz. Süleyman Allah'ın kendisine verdiği söz konusu büyük mülke sahip olmadan önce şöyle dua etmişti:

"Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin." (Sad Suresi, 35)

Eğer zengin olmayı dilemek Müslümanlar için kınanmış bir hareket olsaydı, Allah'ın birçok ayetiyle övdüğü bir peygamber bunun için dua etmezdi. Nitekim Kuran'da bildirildiği gibi Allah Hz. Süleyman'ın bu duasını kabul etmiştir. Ve Kuran'da Hz. Süleyman'dan sürekli övgüyle bahsedilmektedir:

Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi. (Sad Suresi, 30)

Hz. Süleyman bu konuda tek örnek değildir. Allah Hz. Süleyman'ın babası Hz.Davud'a da hükümdarlık verilmiş, onu güç ve iktidar sahibi bir peygamber kılmıştı. Aynı şekilde Allah, Hz. İbrahim ve ailesine de büyük bir mülk verdiğini bildirmiştir: Yoksa onlar, Allah'ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz, İbrahim ailesine Kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik. (Nisa Suresi, 54)


Dikkat edilirse üstteki ayette Allah'ın bir lütuf olarak Müslümanlara verdiği zenginliği kıskanmak da yerilmektedir. 

Allah'ın Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'i de zenginleştirdiği Kuran'da şöyle haber verilir: Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi? (Duha Suresi, 8)

İşte bu noktada müminlerin zenginlik anlayışı ile cahiliyedeki zenginlik anlayışının farkı ortaya çıkmaktadır. Müminler, mülkün Allah'tan geldiğinin ve mülkün asıl sahibinin de yine Allah olduğunun bilincindedirler. Oysa cahiliyedeki zenginlik anlayışı, malı sahiplenme içgüdüsü üzerine kuruludur ki, bu tüm mülkün sahibi olan Allah'a karşı bir isyandır. İki taraf arasındaki bu büyük fark, mülkün kullanılmasında da ortaya çıkar. Müminler mülkü Allah rızasına uygun olarak, hayırlı işler için harcarlar. Oysa cahiliyedeki mülk sahiplerinin temel özelliği "yeryüzünde bozgunculuk" (Kasas Suresi, 77) çıkarmalarıdır. 

Zenginlik, ihtişam ve hakimiyet Allah'ın dilediği mümin kullarına armağan ettiği bir lütfudur. Önemli olan Allah'ın helal yoldan verdiği mal ve servete karşı gereken şükrü yaparak bunları yerli yerinde kullanmak, Allah'ın nimetini sürekli anmak ve bu sayede Allah'a yakınlaşmaya ve O'nun rızasını kazanmaya yollar aramaktır. 

Nitekim Hz. Süleyman'ın Kuran'da geçen ifadesi onun mal sevgisine yönelmesinin amacını açıklamaktadır: O (Süleyman) da demişti ki: "Gerçekten ben, mal sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..." (Sad Suresi, 32)

Ancak, bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Çeşitli sıkıntılar ve zorluklar karşısında gösterilen sabır ve kararlılığın şiddeti insanın imanındaki derinliği belirler. Bu nedenle Allah, bu üstün özelliklerini ortaya çıkarmak ve onları Kendi Katında mükafatlandırmak için inananları değişik olay ve ortamlarla karşılaştırabilir. Allah müminlerin sabrını ve Kendisi'ne karşı olan güvenlerini, ölüm, korku ve açlık gibi çeşitli güçlüklerle olduğu gibi fakirlikle de deneyebilir. Fakat doğru olan, Müslümanın, bir yandan güzelce sabrederken, diğer yandan da Allah'ın nimetlerini artırması, genişletmesi, ferahlık vermesi için sürekli bir dua içinde bulunmasıdır. Ayrıca bunu yalnız kendi şahsı için değil, bütün müminler için istemesi ve Allah'ın adını yüceltmek için geniş imkanlar talep etmesi gerekir. Kuran'ın ruhuna en uygun olan davranış şekli de budur. 

Bu arada mutlaka unutulmaması gereken bir nokta vardır: İslam'da insanlar zenginlik kıstasına göre değerlendirilmezler. Bir insanın fakir ya da zengin olması onun Allah Katındaki konumunu etkilemez. Önemli olan, sahip olduğu mülkü, ister çok az ister çok fazla olsun, Allah'ın rızasına uygun olarak harcayıp-harcamadığıdır. Müminin zengin olma talebinin ardında da, elde edeceği malları Allah'ın rızasına uygun olarak kullanabilmek isteği vardır. Bunun aksi bir tavır, yani "mal biriktirmek" müminler için söz konusu olamaz. Çünkü "mal biriktiren" kişilerin, "... Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele" (Tevbe Suresi, 34) hükmüne girmesi söz konusudur.

İnananlar bu dünyada Allah'ın nimetlerinden yararlanıp zevk aldıkları gibi, kendilerine verilenleri Allah yolunda harcamaktan da çok büyük zevk alırlar. Bu gözle bakıldığında mal, mülk, servet ve bunlara sahip olmak için dua etmek samimi müminler için bir ibadet ve ecir kaynağıdır. Allah şükrü yapılan ve Allah yolunda sarf edilen malı artıracağını vaat etmektedir. 

Aynı zamanda Kuran'a tabi olan gerçek bir mümin yeryüzünde Allah'ın kuludur; O'nu temsil eder. Bu nedenle de Allah, yeryüzünün gerçek sahiplerinin müminler olacağını bildirirken, bu nimete erişecek olanların sahip oldukları özellikleri Kuran'da şöyle belirtir:

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)  

Gerçek İslam ahlakı



Bir din adına ortaya çıktığını ileri süren insanların bir kısmı, o dini yanlış anlıyor ve yanlış uyguluyor olabilirler. O nedenle bu insanlara bakarak o din hakkında fikir edinmek yanlış olur. Bir dini tanımanın en doğru yolu, o dinin kutsal kaynağını incelemektir.
İslam'ın kutsal kaynağı Kuran'dır. Ve Kuran'da öğretilen ahlak modeli, bugün "İslam" dendiğinde bazı Batılıların zihninde oluşan imajdan tamamen farklıdır. Kuran ahlakı, sevgi, şefkat, merhamet, tevazu, fedakarlık, tolerans ve barış kavramlarına dayanmaktadır. Bu ahlakı gerçek anlamda yaşayan bir Müslüman, son derece kibar, ince düşünceli, hoşgörülü, güvenilir, uyumlu bir insan olur. Etrafına sevgi, saygı, huzur ve yaşama sevinci verir.
İslam barış ve esenlik dinidir
İslam kelimesi, Arapça'da "barış" kelimesiyle aynı anlama gelir. İslam, Allah'ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. Allah tüm insanları, yeryüzünde merhametin, şefkatin, hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği model olarak İslam ahlakına çağırmaktadır. Bakara Suresi'nin 208. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm'e, İslam'a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır."
Ayette görüldüğü gibi Allah, insanların "güvenliği"nin ancak İslam'a girilmesi, Kuran ahlakının yaşanmasıyla sağlanabileceğini bildirmektedir.
Allah bozgunculuğu lanetlemiştir
Allah, insanlara kötülük yapmaktan sakınmalarını emretmiş; küfrü, fıskı, isyanı, zulmü, zorbalığı, öldürmeyi, kan dökmeyi yasaklamıştır. Allah'ın bu emrine uymayanlar, ayetin ifadesiyle "şeytanın adımlarını izleyenler" olarak nitelendirilmiş ve açıkça Allah'ın haram kıldığı bir tutum içerisine girmişlerdir. Kuran'da bu konudaki birçok ayetten sadece iki tanesi şöyledir:
"Allah'a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir." (Rad Suresi, 25)
"Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas Suresi, 77)
Görüldüğü gibi, Allah, İslam dininde, terör, şiddet anlamlarını da kapsayan her türlü bozgunculuk hareketini yasaklamış ve bu tür bir eylem içinde olanları lanetlemiştir. Müslüman dünyayı güzelleştiren, imar eden insandır.
İslam, düşünce hürriyetini ve hoşgörüyü savunur
İnsanların fikir, düşünce ve yaşam özgürlüğünü açıkça sağlayan ve güvence altına alan bir din olan İslam, insanlar arasında gerginliği, anlaşmazlığı, birbirlerinin hakkında olumsuz konuşmayı ve hatta olumsuz düşünceyi (zan) dahi engelleyen ve yasaklayan emirler getirmiştir.
Değil terör ve çeşitli şiddet eylemi, İslam, insanların üzerinde fikri olarak bile en ufak bir baskı kurulmasını yasaklamıştır:
"Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır." (Bakara Suresi, 256)
"Onlara 'zor ve baskı' kullanacak değilsin." (Gaşiye Suresi, 22)
İnsanların bir dine inanmaya veya o dinin ibadetlerini uygulamaya zorlanması, İslam'ın özüne ve ruhuna aykıdır. Çünkü İslam, inanç için özgür iradeyi ve vicdani bir kabulü şart koşar. Elbette Müslümanlar birbirlerini Kuran'da anlatılan ahlaki vasıfların uygulanması için uyarabilir, teşvik edebilirler. Ama asla bu konuda bir zorlama yapılamaz. Ya da dünyevi bir imtiyaz tanınarak, kişi dini uygulamaya yönlendirilemez.
Bunun aksi bir toplum modeli varsayalım. Örneğin insanların ibadet yapmaya zorlandıklarını farzedelim. Böyle bir toplum modeli İslam'a tamamen aykırıdır. Çünkü inanç ve ibadet, sadece Allah'a yönelik olduğunda bir değer taşır. Eğer bir sistem insanları inanca ve ibadete zorlayacak olursa, bu durumda insanlar o sistemden korktukları için dindar olurlar. Din açısından makbul olan ise, vicdanların tamamen serbest bırakıldığı bir ortamda Allah rızası için dinin yaşanmasıdır.
Allah masum insanların öldürülmesini haram kılmıştır
Bir insanı suçsuz yere öldürmek, Kuran'a göre en büyük günahlardan biridir:
"Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan bir çoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)
"Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilah'a tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa 'ağır bir ceza ile' karşılaşır. (Furkan Suresi, 68)
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, masum insanları haksız yere öldüren kişiler büyük bir azapla tehdit edilmişlerdir. Allah tek bir kişiyi öldürmenin, tüm insanları öldürmek kadar ağır bir suç olduğunu haber vermiştir. Allah'ın sınırlarını koruyan bir insanın değil binlerce masum insanı katletmek, tek bir insana bile zarar verme ihtimali yoktur. Dünyada adaletten kaçarak cezadan kurtulacağını sananlar, öldükten sonra, ahirette Allah'ın huzurunda verecekleri hesaptan asla kaçamayacaklardır. İşte bu nedenle ölümlerinin ardından Allah'a hesap vereceklerini bilen müminler Allah'ın sınırlarını korumakta büyük bir titizlik gösterirler.
Allah, müminlere şefkatli ve merhametli olmalarını emreder
Bir ayette Müslüman ahlakı şöyle anlatılmaktadır:
"Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır." (Beled Suresi, 17-18)
Allah'ın, ahiret günü kurtuluşa erenlerden olmaları, rahmetine ve cennetine kavuşabilmeleri için kullarına indirdiği ahlakın en önemli özelliklerinden biri ayette görüldüğü gibi "merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak"tır.
Kuran'da tarif edilen İslam son derece modern, aydınlık, ilerici bir yapıya sahiptir. Gerçek Müslüman, herşeyden önce, barışçı, hoşgörülü, demokrat ruhlu, kültürlü, aydın, dürüst, sanattan ve bilimden anlayan, medeni bir kişilik yapısına sahiptir.
Kuran'ın getirdiği güzel ahlakla yetişen bir Müslüman, herkese İslam'ın öngördüğü sevgiyle yaklaşır; her türlü fikre karşı saygılıdır; estetiğe ve sanata değer verir, olaylar karşısında her zaman uzlaştırıcı, gerilimi azaltan, kucaklayıcı, itidalli davranışlar sergiler. Böyle insanların oluşturdukları toplumlarda ise, bugün en modern devletler arasında gösterilen ülkelerden daha gelişmiş bir medeniyet, yüksek bir toplumsal ahlak, neşe, huzur, adalet, güvenlik, bolluk ve bereket hakim olacaktır.
Allah hoşgörü ve affediciliği emretmiştir
Kuran-ı Kerim'in Araf Suresi'nin 199. ayet-i kerimesindeki "Sen af yolunu benimse" sözleriyle ifade edilen "affedicilik ve hoşgörü" kavramı, İslam dininin temel kaidelerinden birini oluşturur.
İslam tarihine bakıldığında, Müslümanların Kuran ahlakının bu önemli özelliğini sosyal yaşama nasıl geçirdikleri çok açık bir şekilde görülür. Müslümanlar ulaştıkları her noktada, hatalı uygulamaları ortadan kaldırarak hür ve hoşgörülü bir ortam oluşturmuştur. Din, dil ve kültür bakımından birbirine taban tabana zıt olan halkların aynı çatı altında barış ve huzur içerisinde yaşamalarını sağlamış, kendisine tabi olanlara da büyük bir ilim, zenginlik ve üstünlük kazandırmıştır. Nitekim büyük bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını yüzyıllarca devam ettirebilmesindeki en önemli nedenlerden biri, İslam'ın getirdiği hoşgörü ve anlayış ortamının yaşanması olmuştur.
Asırlardır hoşgörülü ve şefkatli yapılarıyla tanınmış olan Müslümanlar, her zaman dönemlerinin en merhametli ve en adil kişileri olmuşlardır. Bu çok uluslu yapı içerisindeki tüm etnik gruplar, yıllarca mensubu oldukları dinleri özgürce yaşamışlar, üstelik dinlerini ve kültürlerini yaşayabilecekleri tüm imkanlara da sahip olmuşlardır.
Gerçek anlamda Müslümanlara mahsus olan hoşgörü, ancak Kuran'ın emrettiği doğrultuda uygulandığında tüm dünyaya barış ve esenlik getirir. Nitekim Kuran'da "İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel bir tarzda(kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost (un) oluvermiştir." (Fussilet Suresi, 34) ayet-i kerimesi ile bu özelliğe dikkat çekilmiştir.
Sonuç
Tüm bunlar, İslam'ın insanlara öğütlediği ahlak özelliklerinin, dünyaya barış, huzur ve adalet getirecek erdemler olduğunu göstermektedir. Şu an dünya gündeminde olan ve adına "İslami terör" denen barbarlık ise, Kuran ahlakından tamamen uzak, cahil ve bağnaz insanların, dinle gerçekte hiç bir ilgisi olmayan canilerin eseridir. İşledikleri vahşetleri İslam kisvesi altında yürütmeye çalışan bu kişi ve gruplara karşı uygulanacak kültürel çözüm, gerçek İslam ahlakının insanlara öğretilmesidir.
Başka bir deyişle, İslam dini ve Kuran ahlakı, terörizmin ve teröristlerin destekleyicisi değil, yeryüzünü terörizm belasından kurtaracak çaredir. 


26 Kasım 2015 Perşembe

KARANLIK TEHLİKE BAĞNAZLIK - SESLİ KİTAP

Müslümanların Kitap Ehli'ne Daveti


İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehli'yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da Birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)

De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız." (Al-i İmran Suresi, 64)

Bu ayetlerde görüldüğü gibi, Müslümanların görevi Kitap Ehli'ni kötülemek, köşeye sıkıştırmak, onlara kin duymak, hatta onları öldürmek değil; onları sadece güzellikle Allah'ın birliğine çağırmaktır. Tevhid inancı, her üç dinde de temel inançtır. Müslümanlar, Kitap Ehli ile görüşüp konuşmakta, onlara tebliğde bulunmakta, onları Allah'ın Birliğine ve indirilen Hak kitapların tümüne inanmaya çağırmaktadırlar. Aralarında bir bağlantı, bir tebliğ, bir dostluk vardır. Kuran'a göre bir Müslüman, bir Musevi veya Hristiyanı gördüğünde köşeye sıkıştırıp itip kakmakla değil, onunla en güzel şekilde konuşmak ve yine onu güzellikle Allah'ın birliğine çağırmakla yükümlüdür. 

Müslümanların Kitap Ehli'ne Adaletli Tavrı

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)

Daha önce açıkladığımız gibi, Musevi, Hristiyan veya Müslüman, her ne topluluktan gelirse gelsin, din konusunda iman edenlerle savaşan, zorluk çıkaran, öldürmeye yeltenen, iman edenleri yaşadıkları yerlerden sürmeye yönelen azgın insanlar daima Kuran'da yerilmekte ve aşağılanmaktadırlar. Fakat bunun dışında kalan, yani zulmetmeyen topluluğa karşı Müslümanlar mutlaka adaletli davranmakla yükümlüdürler. Kimi zaman adalet, insanın kendi aleyhine de davranmasını gerektirebilir. Kendi aleyhine dahi olsa adaleti ayakta tutabilmek erdemdir. Müslümanlar, işte bu erdemi Allah'ın bir emri olarak yerine getirirler. Bu yükümlülük, bir başka ayette şu şekilde belirtilmiştir: 

Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun... (Nisa Suresi, 135) 

Bu hüküm gereği Müslümanlar, kimi zaman kendi haklarını bir kenara bırakarak Musevi ve Hristiyanların haklarını hatta dinsizlerin haklarını savunmakla yükümlüdürler. Dolayısıyla Kuran'daki adalet sistemi,   "Museviye lanet edenin sevap alacağını" iddia eden sapkın bağnaz anlayışıyla tam anlamıyla zıttır. 

Kuran'da Kitap Ehli'nin durumu açıktır. Bu bölümde örnek verdiğimiz sözde hadisler, Kuran'a doğrudan muhalefet etmektedir. Bunu Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarında ve Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarını örnek alan tüm diğer Müslümanlarda açık olarak görmek mümkündür: 

Peygamberimiz (sav)'in Kitap Ehli'yle İlişkileri

Peygamberimiz (sav)'in, Kitap Ehli'nin düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. 

Necran Hristiyanları onu ziyaretlerinde Hz. Muhammed (sav) oturmaları için abasını yere sermiş, onları bu şekilde ağırlamıştır.

Peygamberimiz (sav)'in hanımlarından biri Mısır'dan gelen Hristiyanlardan Mâriye binti Şemun (ra) idi. 

Peygamberimiz (sav)'in hanımlarından Hz. Safiyye annemiz ise, Huyeyy b. Ahtab adında Medine'deki Musevilerden Madıroğulları kabilesi reisinin kızıydı. 

Hz. Muhammed (sav), Evs ve Hazrec kabileleri ile yapılan Medine Anlaşması'na Musevilerin de katılmasına izin vermiş ve böylece Musevilerin de Müslümanların arasında, ayrı bir dini grup olarak varlıklarını devam ettirmelerini sağlamıştır.

Medine Anlaşması'nın "Beni Avf Musevileri, inananlarla birlikte bir ulus oluşturdular. Musevilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerinedir" hükmüyle, Müslümanların Musevilerin geleneklerine ve inanışlarına gösterdikleri anlayışın temeli Peygamberimiz (sav) döneminde atılmıştır. Yine aynı metnin 26-33. maddelerinde Kitap Ehli'ne mensup vatandaşların Müslümanlarla aynı haklara sahip oldukları, 16. maddede ise onlara haksızlık yapılamayacağı belirtilir.

Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine'ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermiştir: "Bir Musevi veya bir Hristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler). Kim Museviliğinde veya Hristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez." (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 586)

Necran Hristiyanları, Medine'ye altmış kişilik bir heyet gönderdiler. Medine'ye ulaşan Necran heyeti, Mescid'de Peygamberimiz (sav)'in huzuruna çıkmışlardı, ibadet vakitleri geldiği zaman Mescid'de ibadet etmek istemişler, Ashâb buna itiraz etmekle beraber, Allah Resulü onlara Mescid'i bırakmıştı. Onlar da Şark'a dönerek ibadetlerini yaptılar. (İbn Hişam, es-Sire, Beyrut ts., I,573-574; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,619-620)

Peygamberimiz (sav) döneminde Musevi ve Hristiyanlara verilen emannamelerle Kitap Ehli'nin hakları koruma altına alınmıştır. Sonraki dönemlerde herhangi bir anlaşmazlık olduğunda Kitap Ehli bu emannameleri göstermiştir. Örneğin, Dımeşkli Hristiyanların bir sorun karşısında, kendilerine verilmiş olan emannameyi dönemin halifesi Hz. Ömer'e sunarak, çözüm talebinde bulundukları tarih kitaplarında yer alan bir bilgidir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in, Hristiyan olan İbn Harris b. Ka'b ve kavmine yazdırdığı anlaşma metninde: "Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm müminlerin himayesindedir. Hristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam'ı kabule zorlanmayacaktır. Hristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar" maddelerini yazdırmıştır.

Peygamber Efendimiz (sav) tarafından Edruh, Makna, Hayber, Necran ve Akabe'li Kitap Ehli'ne verilen beratlar, Müslümanların Kitap Ehli'nin can ve mal güvenliğini garanti altına aldıklarını ve onlara inanç ve ibadet özgürlüğü tanıdıklarını göstermektedir. 

Peygamber Efendimiz, tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke'de bazı Hristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice'yle ve Peygamber Efendimizle ilk konuşanlardan biri Varaka b. Nevfel de İncil'in el yazmalarına sahip olan bir Hristiyandı. (Buhârî, Bedu'l- Vahy 3)

Halifeler döneminde yıkılan kiliseler Müslümanlar tarafından onarılıyor, yeni havraların ve manastırların inşa edilmesine müsaade ediliyordu. Örneğin, Medain dışında bulunan ve Patrik Mar Amme tarafından daha önce yakılmış olan Aziz Sergius Manastırı, Hz. Osman döneminde yeniden inşa edilmiştir. 

Suriye'nin fethinden sonra Şam'daki Aziz John Kilisesi'nde, Müslümanlar cuma namazlarını kılıyordu, Hristiyanlar da Pazar günleri kendi dini ibadetlerini özgürce yerine getiriyorlardı. İki dinin mensupları, aynı mescidi barış içinde kullanıyorlardı.

Sahabe sefere çıktığında ya da yolculuk sırasında güzergahları üzerinde bulunan manastırlarda kalıyordu, Kitap Ehli'yle yapılan anlaşmalarda bu konuda maddeler bulunmaktadır. 

Kuran'da İncil ve Tevrat 

Bir Müslüman, gönderilmiş peygamberlerin tümüne ve gönderilmiş hak kitapların da tümüne inanmak zorundadır. Peygamberlerden birini diğerinden ayırt etmemek, Müslümanlığın Kuran'da geçen hükmüdür ve bu hükme uymayan ayete uymamış ve dinden çıkmış sayılır. İşte bu nedenle Müslümanlar olarak Hz. Muhammed (sav) nasıl bizim peygamberimizse, Hz. İsa (as) ve Hz. Musa (as) da bizim peygamberlerimizdir. Bizler, nasıl birer Muhammediysek, aynı zamanda da İsevi ve Musevileriz. Bu, Müslümanlığın en önemli şartlarından biridir. 

Kuran'da Museviler ve Hristiyanlardan bahsedildiği gibi, Tevrat ve İncil'den de bahsedilir. Allah bu hak kitapları Kuran'da övmüştür. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kuran'ın indiriliş sebebi bu hak kitapların hükmünü ortadan kaldırmak değil, onları "doğrulamaktır". Her ne kadar söz konusu kitaplarda zaman içinde yanlış yorumlanmış bölümler olsa da, Kuran ile mutabık bölümler yine Kuran ile doğrulanmıştır. Pek çok ayette belirtilmiş bu hüküm Kuran'da açıktır: "O, sana Kitab'ı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti." (Al-i İmran Suresi, 3)

İşte bu sebeple biz Müslümanlar, Kuran'ı rehber alarak bu hak kitapların Allah'ın Katından olduğuna inanmakla yükümlüyüz. Kuran ile doğrulanmış her hüküm, uygulama ve söz, Müslümanlar için birer hidayet rehberleridir. 

Kuran'ın övdüğü hak kitapları, bir bağnazın sahte hadisleri delil göstererek geçersiz sayması, İslam'da kabul edilemez. Gerçek Müslümanların rehberi Kuran'dır ve Kuran'da Tevrat ve İncil'in hükmü şu şekilde açıklanmıştır: 

Deyin ki: "Biz Allah'a; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O'na teslim olmuşlarız." (Bakara Suresi, 136)

Gerçek şu ki, Biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (ahbar), Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır. (Maide Suresi, 44)

Onların (peygamberlerin) ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik. (Maide Suresi, 46)

Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitab'ı var. Bu da, zulmedenleri uyarmak ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir Kitap'tır. (Ahkaf Suresi, 12)

O, sana Kitab'ı (Kuran'ı) hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti. Bundan (Kur'an'dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan)ı da indirdi... (Al-i İmran Suresi, 3-4)

İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır. (Maide Suresi, 47)

İşte bu (Kur'an), önündekileri doğrulayıcı ve şehirler anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitap'tır. Ahirete iman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır. (Enam Suresi, 92)

Onlar: "Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kağıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu göz ardı ettiğiniz Kitab'ı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp-dursunlar. (Enam Suresi, 91)

Sana da (Ey Muhammed,) önündeki Kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Maide Suresi  48)
Ve eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rablerinden indirileni (Kur'an'ı) ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (sayısız nimeti) yiyeceklerdi. İçlerinde aşırı olmayan (mutedil) bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yaptıkları ise ne kötüdür! (Maide Suresi, 66)

Andolsun, ilk nesilleri yıkıma uğrattıktan sonra, Musa'ya, insanlar için (gözleri hikmetle açıp aydınlatacak) basiretler, hidayet ve rahmet olmak üzere kitap (Tevrat) verdik. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürler diye. (Kasas Suresi, 43)

Dediler ki: "Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltip- iletmektedir." (Ahkaf Suresi, 30)

Şüphesiz, Kitap Ehli'nden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)

"Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah'tan korkup bana itaat edin." (Al-i İmran Suresi, 50)

 (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)

Kuran'da Allah, Tevrat'ı "bir nur ve hidayet", "basiret ve rahmete iletecek bir yol gösterici" olarak tanımlamaktadır. Kuran'da Allah, İncil'i "içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt" olarak tarif etmektedir. Sahih Tevrat ve İncil, bir nur ve hidayet rehberi olarak övülmektedir. Bu, Kuran'ın hükmüdür. Bunun dışında hüküm getirenler ve kendilerince bu hak kitapları geçersiz kılanlar, açıkça görüldüğü gibi yalan söylemektedirler. 

Bunu, Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarından da anlamak mümkündür: 

Peygamberimizin Tevrat ve İncil ile İlgili Uygulamaları 

Müslim şöyle nakletmişti: "Ebu Hüreyre'nin tanıklığıyla Hz. Peygamber (sav)'in söylediğini nakletmiştir; 'Eskiden Hz. Muhammed (sav) demiştir ki, Ehl-i Kitaplar Tevrat'ı İbranice olarak okuyorlardı, ve Müslümanlar için Arapça olarak tercüme ediyorlardı.'" (Mişkatu'l Masabih, 1. Kitap, 6. Bölüm, s. 42)

"Al-Hafız el-Zehebî kaydediyor ki, Yahudilikten İslâmiyet'e dönen Abdullah İbn Selâm Hz. Peygamber (sav)'e geldi ve ona '(Dün gece) Kuran'ı ve Tevrat'ı okudum' dedi. O da cevap verdi, 'Bunu bir gece oku ve diğerini de bir başka gece oku'." (al-Thalabi, Al-İman al-Thalabi Tathkarar al-Huffadh, 1 Cilt, s. 27)

"Hz. Muhammed (sav)'in yakın çevresinden Abdullah İbn-i Amr, sık sık Tevrat okurmuş. Bir gece rüyasında bir elinde bal, diğerinde yağ tuttuğunu, bazen bal tutan elinden, bazen de yağ tutan elinden yediğini görmektedir. Abdullah İbn-i Amr rüyasını Hz. Muhammed (sav)'e anlatır. Hz. Muhammed (sav), Abdullah'ın rüyasını iki Kitab, yani bazen Tevrât bazen de Kuran okumasıyla yorumlar." (Buhârî, Sahîh-i Buhârî, 6. cilt, 987. hadis, s. 439)

Ebû Said el-Hudrî'den: Peygamberimiz'e (sav): "Ey Allah'ın Resulü! İsrailoğulları'ndan nakiller yapabilir miyiz?" dedik. Şöyle buyurdu. "Evet, İsrailoğulları'ndan da nakil yapabilirsiniz, sakınca yoktur. Onlardan bir şey aktarırsanız bilin ki yanlarında daha ilginç bilgiler de vardır." (Hanbel, Müsned, 111/12, hadis no:11034)

Kuran'a Göre, Musevilerin Kutsal Topraklarda Yaşama Hakkı Vardır
Genelde bir kısım Müslüman toplulukları, Kuran ayetlerini bilmediklerinden ve İslam konusunda ciddi şekilde cahil olduklarından Musevileri Kutsal Topraklardan uzaklaştırma veya oradaki İsrail devletini haritadan silme gibi tehditlerle ortaya çıkarlar. Oysa söz konusu kişiler bunu yaparken, Kuran'a muhalefet ettiklerinin farkında bile değildirler. 
Kuran'a göre, Kutsal Topraklarda yaşamak Musevilerin hakkıdır. Bu konudaki Kuran ayetleri şöyledir: 

Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi." "Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." (Maide Suresi, 20-21)

Ve onun ardından İsrailoğulları'na söyledik: "O toprak (yurt)ta oturun, ahiret va'di geldiğinde hepinizi derleyip-toplayacağız." (İsra Suresi, 104)

Kuran ayetlerinde açıkça görüldüğü gibi, Musevilerin Tevrat'a göre olduğu gibi Kuran'a göre de Kutsal Topraklarda bulunması gerekir. Zaten Musevilerin Kutsal Topraklardaki varlıkları bir güzelliktir, gerçek Müslümanlar için sevinç vesilesidir. Allah'ın 3000 yıllık vaadinin gerçekleştiğini görmek, Hz. İbrahim (as)'in, Hz. Musa (as)'ın bildirdiklerinin olduğuna şahitlik etmek, çok büyük bir müjdedir. Allah "Museviler o topraklarda olacaklar" diye binlerce yıl öncesinden bildirmiştir ve bizler bu mucizenin şu an gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu, heyecanla izlenmesi ve coşku duyulması gereken çok müthiş bir güzelliktir. 
Burada şunun belirtilmesi çok büyük bir önem taşıyor. Allah Kuran'da da Tevrat'ta da gerçek iman sahiplerine bir şart koşmuştur: "Barış". Kutsal Topraklarda Museviler bulunacaklar, Müslümanlar ve Hristiyanlar da bulunacaklar ve o bölgede hep birlikte barışı ve sevgiyi hakim kılacaklardır. Kardeşlik içinde yaşayacaklardır. Bölgedeki topraklar herkese bol bol yeter. Kimse bir yerden sürülmeyecek, evini yurdunu terk etmeyecek, böyle bir şey yaşanmayacaktır. Allah hepimiz için daima barış ister. 

Barışın gerçekleşmesi için de toprak hırslarının bitmesi, düşmanlıkların ortadan kalkması ve bağnazlığın sahte zihniyetinin kesin olarak yok edilmesi gerekir. Bütün bunlar için hak dinlere, din ahlakına, dindarlara ve Kuran'a ihtiyaç vardır. Bir toprak ya da ideoloji hırsıyla gerçekleşen çatışmalar daima büyüyüp korkunç bir hal almaya mahkumdur. Bunu ortadan kaldıracak olan ise, gerçek din anlayışının Kuran kaynak alınarak gösterildiği doğru bir eğitimdir. Böyle bir eğitim tüm yanlışları ortadan kaldırır, tüm düşmanlıkları sindirir. Zihniyet değişimi yaşayan bir insan düşmanlık veya savaş için asla gerekçe bulamayacaktır. Bunun ise tek yolu eğitimdir. 

Sonsöz 

Şu anda bütün dünya, yeryüzünün en doğusundan en batısına kadar her yanı sarmış olan radikalizm belası ile kuşatılmış durumda. Bu sorun ilk emarelerini verdiğinde pek çok Batılı ülke bunun kolaylıkla üstesinden geleceğini zannetmişti. Ama öyle olmadı. Çünkü radikal İslam, mevzu hadislerden beslenen bir inanç şeklidir. Ve İslam ülkelerinin ve İslam alimlerinin büyük bir kısmı –vahşet ve savaşı kınıyor olsalar bile – söz konusu mevzu hadislerin doğruluğuna inanırlar. Dolayısıyla radikal İslam'a çözümün, söz konusu ülke ve alimlerden gelmesi zordur. 

Radikalizme çözüm için kullanılan askeri müdahale metodu ise şimdiye kadar defalarca denenmiş, her seferinde başarısız olmuş, binlerce masumu katletmiş, binlerce masumu evsiz ve ülkesiz bırakmış, ülkeleri daha büyük istikrarsızlıklara sürüklemiş son derece aciz ve akılsızca bir yöntemdir. Silahlı radikallerin özelliği iyi silah kullanabilmeleri değil, yanlış bir ideolojiye uymalarıdır. Onların yanlış ideolojisi ile hiç ilgilenmeyip sadece katlederek çözüm aramaya kalkmak, dünyayı daha büyük felaketlere götürecek ve radikalleri de daha fazla güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Nitekim şimdiye kadar da böyle olmuştur. 
Neredeyse bütün İslam coğrafyasını sarmış olan bu dehşetli ve tehlikeli inanç sistemini ortadan kaldırmanın TEK yolu gerçek İslam'dır. Başka hiçbir ikna yöntemi, hiçbir silah, hiçbir tehdit bu soruna bir çözüm değildir. Bu soruna gerçek İslam dışında BAŞKA HİÇBİR ÇÖZÜM YOKTUR. 

Gerçekten radikalizme çare bulmak isteyenler, İslam'ı suçlayıcı tavır ve girişimlerden, bir türlü dinmeyen şüpheciliklerden uzak durmakla ilk adımı atmalıdırlar. Kuran ile konuşan insanları dinlemelidirler. Bu insanlarla ittifak kurarak dünyaya gerçeğin anlatılması için seferber olmalıdırlar. "Gücümüz yeter mi ki?" diyerek rehavete ve ümitsizliğe sürüklenmemeli, radikal toplulukların sadece sosyal medya yoluyla dünyanın dört bir yanında yanlış fikirlerini yayarak taraftar topladıklarını unutmamalıdırlar. Gerçek bilginin daha hızlı yayılma alanı bulacağını hatırlamalı ve daha güçlü bir ideolojik yayılma stratejisini vakit kaybetmeden belirlemelidirler. Tekrar hatırlatalım: Bunu ancak, hurafelerden arınmış gerçek İslam'a uyan Kuran Müslümanları ile yapabilirler. 

Kitabın başında hatırlattığımız önemli bir gerçeği tekrar hatırlatalım. Savunduğumuz İslam, zaman içinde modernize edilmiş veya ılımlılaştırılmış bir İslam değildir (İslam dinini tenzih ederiz). Savunduğumuz İslam, Kuran'daki tek doğru İslam'dır. Dünyanın barış ve sükûnete erebilmesi için İslam coğrafyasının büyük bir kısmının unuttuğu gerçek İslam'ı yeniden yerleşik kılmak mecburiyetindeyiz. Şiddete şiddetle karşılık verenler veya radikallerin uygulamaları yüzünden İslamsız bir dünya hayalini kuranlar daima radikalleri bilmeden daha çok besleyecek ve daha büyük vahşetle karşılaşacaklardır. Bu insanlar şunu bilmelidirler; dünya asla İslamsız olmaz. Dünyaya özlemle beklenen sevgi ve barışın gelmesi ancak ve ancak İslam vesilesi ile olacaktır. Bunun için elimizde hiçbir değişikliğe uğramamış İslam'ın hak kitabı Kuran vardır. Yapılması gereken tek şey, Kuran ile eğitim vermektir. 

"Lanetli Museviler" Yanılgısı


Öncelikle, "bütün Museviler lanetlidir" gibi bir yakıştırma Allah'ın adaleti ve Allah'ın yarattığı din ile kesin olarak uyuşmayan bir ifadedir. Birincisi, Musevilik hak bir dindir ve Müslümanların da bir peygamberi olan Hz. Musa (as)'a indirilmiştir. Allah Kuran'da, Museviliğin ve Musevilerin var olduğunu belirtir, samimi Musevileri över ve Kuran'a göre Müslümanları, tüm Kitap Ehlini sevmekle ve onları korumakla sorumlu tutar. Bazı Kuran ayetlerinde İsrailoğulları'na ve Kitap Ehli'ne doğrudan hitap vardır. Buna göre, Museviler ve Hristiyanlardan da Kuran okuyanlar ve Kuran'dan öğüt alanlar olacaktır. Oysa bir bağnaza göre bir Musevinin elinde Kuran bulundurması tahayyül bile edilemez. 

İkincisi, tüm insanlar bu dünyaya imtihan olmaya gelmişlerdir. İmtihanlarının sonucuna göre ahiretteki konumları belirlenecektir. Allah dünya hayatının bir deneme olduğunu ayetinde şu şekilde haber verir: 

O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)

Dolayısıyla, bir Müslüman da aynı imtihana tabidir, bir Musevi de. Musevi bir ailede doğmuş dünyadan habersiz bir çocuğun lanetli olduğunu iddia etmek, Allah'ın adaletine kesin olarak aykırıdır. Henüz imtihan olmamış bir çocuğun ne olursa olsun lanetli olduğunu düşünmek, böyle bir adaletsizliği Allah'tan ummak (Allah'ı tenzih ederiz), Allah'ın adaletini, şefkatini, merhametini anlamamış olmak demektir. Fakat "Museviler lanetlidir" iddiasıyla ortaya çıkanlar, küçük-büyük ayırt etmeksizin bu sapkın mantığı her Museviye karşı kullanabilmektedirler. Peki bağnazlar, "Museviler lanetlidir" iddiasına Kuran'dan nasıl delil getirmeye çalışırlar? 

Bakara Suresi 88. Ayetin İncelenmesi: 

Dediler ki: "Bizim kalplerimiz örtülüdür." Hayır; Allah, inkarlarından dolayı onları lanetlemiştir. Bundan dolayı pek azı iman eder. (Bakara Suresi, 88)

Önceki ayetlere bakıldığında, buradaki hitabın Hz. Musa (as)'ın kavminden, yani Museviler arasından bir topluluğa yapıldığı anlaşılmaktadır. Buradaki topluluğun lanetlenme gerekçesi ise ayette çok açık şekilde belirtilmiştir: "inkarlarından dolayı".

Buradaki topluluk, Museviliğe ihanet etmiş olan, önceki ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla peygamberleri dahi öldürecek kadar azgınlaşmış olan inkarcı bir topluluktur. Kuran'da nasıl Müslüman toplulukların içinden çıkan saldırgan inkarcılar lanetlenmişse, aynı şekilde Musevilerin arasından çıkan saldırgan inkarcılar da lanetlenmektedir. Dolayısıyla ayete göre lanetli olanlar isyankar inkarcılardır, Museviler veya Müslümanlar değil. 

Nisa Suresi 155. Ayetin İncelenmesi

Kesin söz vermeleri dolayısıyla Tur'u üstlerine yükselttik ve onlara: "Bu kapıdan secde ederek girin" dedik ve onlara: "Cumartesinde haddi aşmayın" da dedik. Ve onlardan kesin bir söz aldık. (Nisa Suresi, 154)

Başlarına gelenler; ahitlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve “kalplerimiz kılıflıdır” demeleri yüzündendir. Doğrusu, Allah küfürleri yüzünden kalpleri üzerine mühür basmıştır da pek azı müstesna, iman etmezler. (Nisa Suresi, 155)

Önceki ayetlerde Kitap Ehlinden inkarcı bir kavim tarif edilmekte, yaptıkları tüm taşkınlıklara rağmen Allah tarafından affedilen bu topluluktan alınan söz ise Nisa Suresi 154. ayette açıklanmaktadır. Nisa Suresi 155. ayette ise bu topluluğun verdikleri sözü bozdukları, inkara saptıkları, peygamberleri haksız yere öldürdükleri bildirilmektedir. Lanetlenme sebepleri budur. 
Bu ayetlerin devamında yine Musevi topluluğundan bahsedilmekte ve Allah, Musevilerden kafir olanlarla derin imana sahip olanları ayrı tutmaktadır: 

Ancak onlardan (Musevilerden) ilimde derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar; işte bunlar, Biz bunlara büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa Suresi, 162)

Musevilerden kafir olup da azgınlıkta bulunanların hükmü başkadır. Tıpkı Müslümanların arasındaki kafir ve azgınların hükmünün başka olması gibi. Fakat Allah, ayette açıkça samimi olan Musevileri ayrı tutmuştur ve onlara "büyük bir ecir vereceğini" bildirmiştir. Allah'ın mükafatlandıracağını belirttiği, cennetle müjdelediği ve övdüğü bir Musevi topluluğu, kim, nasıl lanetli kılabilir? Allah onları övmüşken, bir insan nasıl ortaya çıkıp da "tüm Museviler lanetlidir, onların hepsini öldürmek lazım" gibi bir iddiada bulunabilir? İşte bağnazların sorunu, Allah'ı takdir edememeleri, Kuran'ı anlamamaları ve sonraki satırlarda inceleyeceğimiz konuyla ilgili uydurma hadislerin tuzağına düşmüş olmalarıdır. 
Burada önemli bir noktaya tekrar dikkat çekelim: Bir insan dünyada inkarcı olabilir, fakat münafık olmadığı, dindar insanlara zorluk çıkarmadığı, saygılı ve dürüst bir hayat sürdüğü müddetçe daima Müslümanların koruması altındadır. Bu yine, Kuran ile Müslümanlara verilmiş bir yükümlülüktür. Fakat söz konusu ayetlerde lanetlenmiş olanlar, içinde yaşadıkları dindar topluluğa ihanet etmiş, yani münafıklık yapmış, hatta peygamberleri öldürmüş azgın kişilerdir. Allah, peygamberleri öldürmelerini lanetlenme sebebi olarak görmüş, aynı zamanda onları "ahidlerini bozan" yani ikiyüzlü şekilde münafıklık yaparak iman edenleri arkadan vuran bir topluluk olarak tanımlamıştır. Bu insanlar Hz. Musa (as) ve dindar Museviler için de tehdit oluşturmuşlardır. Yani bu inkarcı kişiler, Musevi bir topluluk içinden çıktıkları veya sadece inkar ettikleri için değil, Allah'a karşı suç işledikleri için Allah'ın Katında lanetlidirler. Aradaki bu farkın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. 

"Musevi ve Hristiyanları Dost Edinmeme" Yanılgısı

Genellikle bağnazlar ve Batıda bir kısım İslam karşıtları tarafından Musevi ve Hristiyan aleyhtarlığına delil olarak gösterilmeye çalışılan Kuran ayetlerinden biri Maide Suresindedir: 

Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. (Maide Suresi, 51)

Ayette "dost" kelimesi iki defa geçmektedir. "Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin" ifadesinde geçen ve "dostlar" şeklinde çevrilen kelimenin Arapçası "evliyau"dur. Bu kelimenin gerçek anlamı, "koruyucular, kanun nazarında sorumlular, evliyalar, efendiler, sahipler, malikler" şeklindedir. "Sizden onları kim dost edinirse" ifadesinde geçen ve yine "dost" şeklinde çevrilen kelimenin Arapçası ise "Yetevellehum"dur. Bu kelimenin anlamı ise "bakımını üstlenir, hakim duruma geçer, yönetimi ele alır" şeklindedir. Arapça anlamına baktığımızda bu ayette geçen "dost" ifadelerinin gerçekte "yönetici" anlamına geldiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Burada Müslümanlara yasaklanan,  Musevi ve Hristiyanların idaresi ve yönetimi altına girmeleridir. (Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı, Kuran Meali)

Buradaki hikmeti ise anlamak zor değildir. Her din, aynı tevhid inancı ve aynı temeller üzerinde olsa da her dinin kendine ait ibadet şekilleri ve hükümleri vardır. Dolayısıyla bir Musevi veya Hristiyanın yönetimi altındaki Müslümanın ibadet ve hükümlerini uygulamada zorluk çekebilme ihtimali son derece yüksektir. Böyle bir zorluğun olmaması için ayette böyle bir hüküm verilmiştir. 

Cizye ve Savaş Konusunda Yanlış Bilinenler 

Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın. (Tevbe Suresi, 29)

Gerçek İslam’ı yanlış tanıyanlar genellikle yukarıdaki ayette geçen cizye (bir tür vergi) verme zorunluluğunun sadece Kitap Ehli’ne ait olduğunu iddia eder ve bunun Müslüman olmayanlara yönelik haksız bir uygulama olduğunu savunurlar. Ayette geçen “cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın” hükmünden de Kitap Ehli eğer İslam’a dönmezse ve cizye vermezse onlarla savaşmak gerektiği hükmünün çıktığını iddia ederek Kuran’ı ve İslam’ı sorgularlar (Kuran’ı ve İslam dinini tenzih ederiz). 

Oysa burada ciddi bir yanlış anlaşılma vardır. 

İlk olarak şunu belirtmek gerekir: Cizye bir vergi türüdür. Vergi bir ülkede yaşayan her insan için geçerli bir yükümlülüktür. Yani kişi Müslüman bir ülkede yaşıyorsa Müslüman olsun olmasın, dini ayırt edilmeksizin, vergiye tabidir. Müslüman ülkede Müslümandan vergi alınmaz fakat Kitap Ehli’nden vergi alınır gibi bir ayırım yoktur. Vergi her yurttaşın sorumluluğudur. 

Cizye ile ilgili konuda ise bizim için geçerli olan, söz konusu hükmün tarihte Müslüman devletler tarafından nasıl uygulandığı değil, Kuran’da nasıl geçtiğidir. Tevbe Suresi 29. ayette geçen hükmü incelediğimizde karşımıza çıkan gerçek ise şudur: 

Ayette belirtilen kişiler “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenler” yani Hristiyan ve Musevilerin arasından çıkmış olup Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, dini ve peygamberleri tanımayan kişiler, yani inkarcılardır. Daha önce de çok kez belirttiğimiz gibi, her insan iman edip etmemekte özgürdür. Kuran, dinde zorlamayı yasaklamıştır. Bir Müslüman, herkese olduğu gibi bir inkarcıya da saygı duymak ve Tevbe Suresi 6. ayete göre onu korumakla yükümlüdür. Kuran’a göre inkar eden bir insanı suçlu yapan unsur ise saldırgan olması, dindarlara karşı mücadele vermesi ve fitne çıkarmasıdır. İşte bu bölümde ele aldığımız Tevbe Suresi 29. ayette de söz konusu inkarcı topluluğun bu özelliğine dikkat çekilir. Bu kişiler ayete göre “Allah'ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan” kişilerdir. Dolayısıyla hiçbir yasağı dinlememekte, bozgunculuk çıkarmakta ve saldırganlık göstermektedirler. 

Şimdi bir düşünelim: Müslüman idare altındaki devlet içinde Müslümanlar ve gayri Müslimler ve hatta puta tapan paganlar bir arada huzurla yaşamaktadırlar. [Peygamberimiz (sav)’in idaresi altındaki tüm şehir devlet yapılanmalarında bu şekilde olmuştur. Medine Vesikası dahil olmak üzere Peygamberimiz (sav)’in belirlediği tüm anlaşmalar, devletin her ferdine eşitlik getiren ve onların tüm haklarını koruyan mükemmel demokratik anayasalardır.] Fakat o devletin yurttaşları arasında inkarcı olmasının yanında sürekli olarak yasakları delen, haram olanı haram saymayan dolayısıyla toplumları dejenerasyona sürüklemeye yeltenen, dindar topluluklara karşı saldırganlaşan, toplum içinde huzursuzluk çıkaran, devletin kendilerine sunduğu tüm nimetlerinden, tüm imkanlardan faydalanmalarına karşın devletin kendi kanunlarına başkaldıran bir topluluk bulunmaktadır. Müslüman bir devlet yönetimi altında rahatları yerindedir, her anlamda iyi bakılmakta ve kollanmaktadırlar; fakat buna rağmen hem fitne çıkararak büyük bir suç işlemekte, hem de hiçbir fayda getirmedikleri gibi devlete mesuliyetleri olan vergiyi de ödememektedirler. Toplum içinde anarşi çıkartmakta, terör eylemleri gerçekleştirmekte, aynı toplum içinde yaşayan diğer insanların ve özellikle de dindarların canlarına kastetmektedirler. Bu şartlar meydana geldiğinde, yaptıklarından pişman olup devlete karşı boyun eğdiklerini göstermedikleri sürece böyle bir toplulukla savaş kaçınılmazdır. 

Tevbe Suresi 29. ayet, toplum içindeki bu bozguncu ve anarşist kesime işaret etmektedir. Bu insanlar sadece Müslüman devlet idaresindeki Müslümanlar için değil, o toplumdaki Hristiyanlar ve Museviler için de büyük birer tehlikedir. Dolayısıyla onlara karşı güç kullanımı ile fitnelerinin sona erdirilmesi, o toplumda yaşayan Musevi ve Hristiyanların rahat yaşaması için de gereklidir. Söz konusu inkarcı ve fitneci toplulukların Hristiyanlardan, Musevilerden veya Müslümanlardan çıkmış olması bir ölçü değildir. İnkarcı zaten dini terk etmiş olan kişidir; dolayısıyla Müslümanlar veya Ehli Kitap ile eş tutulamaz. Burada söz konusu fitneci topluluklarla “onlar cizye verinceye kadar savaşılması”, cizye verdiklerinde devletin hakimiyetini kabul ettiklerinin bir göstergesi olduğu içindir. Açıktır ki bundan sonra, devletin kanunlarına aykırı davranmayacak, bozgunculuğa yeltenmeyecektir.

Yanlış Bilinen Bir Başka Kavram: Takiye 

Takiye, "korunmak, saklanmak" anlamlarına gelen bir kelimedir. Kuran'da bu ifade ayette şu şekilde geçer: 

"Kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkara sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkara göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazab vardır..."(Nahl Suresi, 106) 

Bu ayette özel bir durum tarif edilmektedir: Kişi, iman etmiş olmasına rağmen baskı altındadır ve bulunduğu zor durumdan kurtulabilmek için, geçici olarak Allah'ı inkar ettiğini söylemesi veya imanını gizlemesi durumu söz konusudur. Kuran'a göre takiyenin bunun dışında bir anlamı yoktur.

Oysa takiye, şu anda bir kısım hurafeci İslam anlayışına sahip kişiler tarafından farklı uygulanmakta, bir kısım İslam karşıtları tarafından da yanlış anlaşılmaktadır. Hurafeci İslam anlayışına sahip bir kısım kişiler, takiyeyi, bütün hayatlarına hakim olması gereken bir iki yüzlülük metodu olarak kullanmaya kalkmakta, hiçbir hayati tehlike söz konusu olmadığı durumlarda dahi İslam dışı uygulamalara rahatlıkla girebilmekte ve mevzu hadisler neticesinde düşman olarak addettikleri kişilere rol icabı dostmuş gibi davranmaktadırlar. 
Bir kısım İslam karşıtları veya radikaller nedeniyle İslam'a şüpheyle bakanlar ise bunu genele vurup, hiçbir Müslümanın barış ve sevgi yönündeki söylemlerine inanmamak gerektiğini, nihai ve büyük bir savaş için tamamının rol yaptığını iddia ederler. Onlar, söz konusu Müslümanlar tarafından Kuran'da geçen takiyenin bu şekilde uygulandığını ve aslında savaşı sabırsızlıkla bekleyen Müslümanların rol gereği birer barış ve sevgi elçisi gibi davrandıklarını öne sürerler. Dolayısıyla bu kişilere göre, sevgi ve barıştan söz eden her Müslüman aslında yalan söylemektedir. 

Burada elbette iki tarafın da en büyük sorunu Kuran'dan habersiz olmalarıdır. 
Öncelikle Kuran'da geçen takiye kelimesinde önemli bir şart vardır: "kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç"... Ayette belirtilen takiye için şart, kişinin baskı veya tehdit altında, yani zor bir durumda olmasıdır ve baskıdan kurtulmak için imanını gizlemesidir; husumetini veya düşmanlığını değil. Yüce Allah Kuran'da Firavun'un ailesinden olup imanını gizleyen bir kişiyi haber vermektedir: 

"Firavun ailesinden olup imanını gizleyen bir adam şöyle dedi: Siz, bir adam 'Rabbim Allah'tır diyor,' diye öldürecek misiniz..." (Mümin Suresi, 28)

İmanını gizleyen bu kişi açık bir tehlike içindedir. Firavun gibi dönemin en zalim hükümdarının yanında yaşamakta ve ölüm tehdidi altında olması nedeniyle imanını gizlemekte yani takiye yapmaktadır. Bu durum tam olarak Kuran'daki takiye şartının yerine getirildiği bir durumdur. Bu kişi, ciddi bir tehdit altında bulunmasından dolayı, iman etmiş olmasına rağmen bunu gizlemektedir. Takiyenin Kuran'a göre uygulaması sadece ve sadece bu şekildedir. 

Şu anda bir kısım hurafeci zihniyetlerin takiye adı altında uygulamaları ve bu uygulamaları İslam'a uygun zanneden bir kısım İslam karşıtları, Kuran'dan uzak oldukları için barış ve sevginin de önünü tıkamaya yeltenmektedirler. Takiyenin Kuran'dakinden farklı algılanması ve uygulanması dünyaya hali hazırda dehşet getiren savaş ve çatışma ortamını bir nevi desteklemektedir. Bunu yaparak insanlara, asla barışın gelmeyeceği telkini verilmekte, kitle katliamlarının, dehşet senaryolarının devam edeceği söylenmektedir. 

Bu anlayış Kuran'a aykırı olduğu gibi mantığa da aykırıdır. Düşünün ki bir Müslüman, Allah rızası için bütün hayatını barışa, kardeşliğe, insanları dost edinmeye adayacak, bunun için savaş yanlılarından, radikallerden tehditler alacak, hayatını tehlikeye atacak, İslamofobinin yıkıcı etkisini göze alarak Hristiyanları ve Musevileri dost olmaya ikna edecek, bu dostluk için vaktini, parasını, imkanlarını ve gençliğini harcayacak... Sonrasında ise bin bir güçlükle bir araya getirdiği ve tüm zorluğuna rağmen aralarında sevgi birliği kurduğu insanları aniden katletmeye karar verecek! 

Bu oldukça sapkın bir bakış açısıdır. Bir insan eğer şeytani fikirliyse ve insanları katletmeyi aklına koyduysa, bunun için ortam ve imkan bulmakta kuşkusuz zorlanmamaktadır. Bu şeytani fikrini zaten her şartta uygulayabilir. Eğer bunu din adına yapacaksa zaten dini kendilerince kullanıp katliamlar yapan kişiler çok uzakta değiller. 

Müslüman hayatını bir yalanla yaşamaz, bu haramdır. Gerçek bir Müslüman hayatını daima Kuran'a göre yaşar. Kuran ayetleri ışığında Müslümanlar, bu dünyaya sevgiyi getirmekle sorumlular (Meryem Suresi, 96), tüm dünyada barışı sağlamakla yükümlüler (Bakara Suresi, 208), birlik ve beraberliği sağlamakla sorumlulardır (Enfal Suresi, 73). İnkar edenleri bile koruyup, gerekirse bunun için kendilerini riske atmakla emrolunmuşlardır (Tevbe Suresi, 6). 

Kuran'da özel bir yeri olan Kitap Ehli ile ise kardeş, dost, yakın arkadaş olmakla sorumludurlar. Onları katletmek için değil, onları zorla kendi dinlerine döndürmek için değil; onları sevdikleri için, Allah'ın emri olduğunu bildikleri için, hep birlikte "Allah birdir" dedikleri için onları kucaklamakla sorumludurlar. Takiye kavramını sahtekarca kullanıp Müslümanlığı savaş dini gibi göstermeye çalışanlar sinsi planlarında başarılı olamayacaklardır. Çünkü sinsi plan daima bozulmuş olarak kurulur. Tüm savaş senaryolarına rağmen, üç dinin temsilcileri bu dünyaya barışı hakim edecekler. Çünkü Allah mutlaka hakkı galip kılar, sevgi ve barışı ister. İnsanlığı ve tüm kainatı sevgi üzerine yaratmıştır. 

Kuran'dan bağnazların ve İslam karşıtlarının Musevi karşıtlığına delil olarak getirmeye çalıştıkları Kuran ayetlerinin gerçek açıklamalarını gördük. Şimdi, bağnazların Musevi karşıtlığını empoze etmek için kullandıkları ve kayıtsız şartsız inandıkları mevzu hadisleri açıklayalım: 

Hristiyan ve Musevilerle İlgili Mevzu Hadisler ve Kuran'a Göre Açıklamaları

"Ergenlik Çağına Girmiş Musevilerin Öldürülmesi" İddiası 

Atiyet el -Kuraziy dedi ki: "Kurayza savaşı günü Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem tenasül bölgesi kıllanmış her Yahudinin öldürülmesini emretti. Ben o zaman henüz kıllanmamıştım. Benim durumumu Rasulullah'a arz ettiler. Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem beni bıraktı." (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace, İbn Hibban)

Bu mevzu hadisle, ergenlik yaşına gelmiş olan her Musevinin katledilmesi emri verilmiş olmaktadır. İslam dini, haksız yere can almayı en büyük suç sayan, samimi Musevileri büyük bir ecirle müjdeleyen, sevgi ve şefkati öğütleyen bir dindir. Bir insanın "hiçbir suçu yokken" –suçlu olsa bile kişiyi affetmek esastır– sırf Musevi olduğu için ergenlik yaşına geldiğinde öldürülmesi asla İslam gibi bir barış dininin hükmü olamaz. Kuran'da elbette ki böyle bir hüküm yoktur; böyle bir izah Kuran'a ve Yüce Rabbimiz'in bu güzel dinine bir iftira niteliğindedir. Bu Kuran'a göre bir cinayet, bir katliamdır. Samimi olup cehalet nedeniyle inanmadığı sürece, böyle bir sahte hadisi hüküm olarak alıp uygulayan bir kişi Müslüman değil katildir. Allah samimi Musevileri överken, onların kayıtsız şartsız katledilmesini emreden bir hükme inanıyor olmaları, bağnazların cehaletlerinin boyutunu göstermektedir. 

"Müslümanların Günahlarının Musevilere Yüklenmesi" İddiası

"Kıyamet günü Müslümanlar üzerlerinde dağslar gibi günahlarla gelecekler, Allah (c.c) onlardan bunların tümünü bağışlayacak, Yahudilerin üzerine yükleyecektir." (Ramuz el-Hadis )

Bu sahte hadise Kuran ile cevap verelim: 

Üzerlerinde dağlar gibi günahlarla gelen tüm Müslümanlar kendi günahlarıyla, tüm Museviler de kendi günahlarıyla sorguya çekileceklerdir. Hiç kimse, kendi üzerindeki günahı bir başkasına yükleyemeyecek, sadece kendi günahlarıyla sorguya çekilecektir. Allah Kuran'da bunu açıkça bildirmiştir: 

Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez... (İsra Suresi, 15)

Bir başka Kuran ayetinde Allah, kendi günahını bir suçsuza yüklemeye çalışanın hükmünü de açıkça belirtmiştir: 

Kim bir hata veya günah kazanır da sonra bunu bir suçsuza yüklerse, gerçekten o, böyle bir yalan (bühtan)ı ve apaçık bir günahı yüklenmiştir. (Nisa Suresi, 112)

Her insan ahirette kendi amelinden sorumlu olacaktır. Allah'ın bildirdiği gibi, "Allah'a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır." (Bakara Suresi, 281) ayeti gereği kimse ahirette haksızlığa uğratılmayacaktır. Kimse ahirette, Rabbimiz'in Katında, "benim günahlarımı o yüklendi, o yüzden günahsızım" diyemeyecek, dünyada pervasızca yaşadığı bu aldatıcı zihniyeti orada zikredemeyecektir. Çünkü aslında vicdanen bu iddianın bir sahtekarlık olduğunu herkes bilir. 

"Yemeklerin Museviler Yüzünden Bozulduğu" İddiası 

"Eğer İsrailoğulları olmasaydı, yemekler ekşimez, etler kokmazdı." (Cami-üs Sağir)

Mevzu hadislerin nasıl bir zihniyetten çıktığını anlamak ve uydurma olduklarını kanıtlamak için bu sahte hadis oldukça önemli bir delildir. Kitabın başından beri bahsettiğimiz mevzu hadisler işte bu zihniyetin ürünüdür. Eğer Museviler yeryüzünde olmasa yemeklerin bozulmayacağını, etlerin kokmayacağını iddia eden bir zihniyetten kadınlara, hayvanlara, sanata ve tüm sosyal hayata yönelik ürkütücü yorumların çıkması elbette ki sürpriz olmaz. Söz konusu mevzu hadis, aynı zamanda Musevilerle ilgili aşağılayıcı ve düşmanca hadislerin de uydurma ve sahte olduğunun önemli bir delili niteliğindedir. Kuran'da adı geçen, övülen ve Hz. Musa (as)'ın soyu olan bir topluluğun varlığının, yemeklerin ekşimesine ve etlerin kokmasına neden olduğunu anlatan bir inanç sistemi, kuşkusuz ki kesin olarak bir hak dine ait olamaz. Ayrıca Rabbimiz'in, Kuran'da Maide Suresi 5. ayette Müslümanlara; Musevi ve Hristiyanların yemeklerini helal kıldığını da hatırlatmak gerekir. Burada karşımıza çıkan Kuran'ın zihniyetinden farklı ve kuşkusuz ki bağnaz bakış açısıdır. Karşımıza çıkan derin mantık çöküntüsü, bağnazların bozuk mantıklarını bir bütün olarak izah etmek için yeterlidir. 

"Arap Topraklarında İki Din Kalmasın" İddiası 

"Resullah'ın son sözlerinden biri, (Allah, Yahudi ve Hristiyanları helak etsin. Arap topraklarında iki din kalmasın) idi." (Beyheki) 

Söz konusu uydurma hadis, yine, Peygamberimiz (sav)'e büyük bir iftiradır. Yüce Allah Kuran'da Hristiyanlık ve Musevilik dinlerinin varlığını belirtmiş ve Kuran'ın bu iki hak dini doğrulayıcı olarak gönderilmiş olduğunu haber vermiştir. Kuran, bu iki dinin hükümlerini yürürlükten kaldırmamakta, o dinleri doğrulamaktadır. Kuran'da çok fazla ayette bu önemli bilgi verilmiştir, bu ayetlerden biri şu şekildedir: 

O, sana Kitab'ı hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti. (Al-i İmran Suresi, 3)

Yine Kuran, yeryüzünde Musevi ve Hristiyanların bulunacağını ve yukarıdaki satırlarda belirttiğimiz gibi bunlardan bir kısmının, samimi ve Allah'ın seçkin kıldığı bir topluluk olacağı belirtmektedir. Allah, Kuran'da Müslümanlara, Hristiyan ve Musevilerle evlenmeyi, onların sofrasında yemek yemeyi helal kılmıştır (Bu konu birazdan detaylı açıklanacaktır). Ayrıca Yüce Rabbimiz, Müslümanlara sevgi bakımından en yakın olanların "Hristiyanlar" olduğunu belirtmektedir. Allah'ın övdüğü, mükafatlandırdığı, varlığından haber verdiği bu topluluklar varken, "Allah Yahudi ve Hristiyanları helak etsin" ifadesinin Peygamberimiz (sav)'in sözü olmadığı açıktır. Bunu Peygamberimiz (sav)'in sözüymüş gibi yaygınlaştıranlar, bu büyük iftiranın vebalini üstlenirler. Söz konusu sahte hadis, Kuran'da Kitap Ehli ile ilgili övücü hükümlerle ve Peygamberimiz (sav)'in Kitap Ehli'ne yönelik uygulamalarıyla tamamen yalanlanmaktadır. Konuyla ilgili Kuran ayetlerine ve Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarına birazdan değineceğiz. 

Hakaret Olarak "Ey Yahudi", Sevap Olarak "Yahudi'ye Lanet"

"Bir adam başka bir adama (Ey Yahudi) dediği zaman ona 20 sopa vurunuz." (Tirmizi)


"Kim ki, fakire verecek paraya sahip değildir, Yahudi'ye lanet etsin, aynı sevabı kazanır."
(Deylemi, İbn-i Adiyy)

Yine bu mevzu hadislerde de "Yahudi" ifadesi bir hakaret gibi gösterilmeye çalışılmış, Museviye lanet etmek sevap olarak kabul edilmiş ve Musevi nefreti bu yolla yaygınlaştırılmak istenmiştir. Bağnazların neden bu kadar farklı bir din yaşadıkları açıktır. Samimi Musevilerin ahirette mükafatlandırılacaklarını belirten, samimiyetlerini öven Kuran, bu insanların dünyasından tamamen uzaktır. 

Musevi ve Hristiyan nefretinin kaynağı, bu saçmalıkların yaydığı zihin çöküntüsüdür. Bağnazlık konusundaki şikayetlerini İslam karşıtlığı şeklinde yaygınlaştırmaya çalışanların dikkat vermesi gereken en büyük konu işte budur. Gerçek İslam'a ve samimi Müslümanlara cephe aldıklarında, bağnazlığın zihniyetini ortadan kaldıracak tek büyük silahı yok etmeye çalışmakta böylelikle de kendilerine dönecek bir felaketi hazırlamaktadırlar. 

"Yolun Dar Tarafına Sıkıştırın

"Ebû Hüreyre ra'dan Peygamber sav'den işitmiş olarak rivayet edildiğine göre Resûlullah sav: 'Yahudilerle Hristiyanlara (rastladığınızda) evvelâ siz selâm vermeyin. Onlardan birine bir yolda rast gelirseniz kendisini yolun dar tarafına sıkıştırın'; buyurmuşlardır." (Muslim, Buluğu'l Meram cilt 4, CİHÂD BAHSİ, Cizye Ve Hüdne Babı»1335/1125- ([246]))

Sevgiyi, nezaketi ve en başta Kitap Ehli'ne yönelik korumacılığı öğreten hak bir dinin hükümlerine karşı uydurulmuş bu hadis ciddi bir vahşilik ve yine Peygamberimiz (sav)'e yönelik bir iftiradır. Kuran'ın hükümlerine uygun olarak, Musevi ve Hristiyanlara karşı müthiş bir şefkat ve sevgi göstermiş olan Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarına tamamen ters bir mantık bu mevzu hadiste Peygamberimiz (sav)'in dilindenmiş gibi anlatılmaktadır. 

"Yahudi Ağacı Gargat" 

"Öyle ki Yahudiler taşların ve ağaçların arkasına saklanacak ama ağaç ve taş dile gelerek 'Ya Müslim! Ey Allah (c.c.) kulu! Gel, bak benim arkamda Yahudi var, buraya gizlendi, benim arkamda, gel onu cezalandır.' diyecek. Sadece 'gargat' ağacı bunu söylemeyecek çünkü o Yahudi ağacıdır" buyuruluyor. (Kitab-ul Fiten H. 2239)

Musevi karşıtlığı konusunda belki de en yoğun olarak kullanılan hadis, gargat ağacı ile ilgili olan bu sahte hadistir. Bu hadise göre taşın veya ağacın arkasına bir Musevi saklandığı takdirde öldürülmelidir. Bu zafiyet içindeki mantığa göre söz konusu Musevi günahsız bir masum olabilir, Musevi bir çocuk olabilir, dindar, sevgi dolu bir insan olabilir. Yine söz konusu sahte hadise göre, ağacın arkasında vasfı ne olursa olsun bir Musevi saklandığında taş ve ağaç bir şekilde bunu Müslüman bir kişiye haber vermekte ve o Musevi de ne olursa olsun mutlaka öldürülmektedir. Küçük bir çocuk olsa bile... 

Oysa bu, Kuran'a göre cinayettir. Kendisini Müslüman olarak gören bir kişi mevzu hadislere inanıp da, "Ağaç bana emir verdi" deyip ağacın arkasındaki Museviyi vuruyorsa, öldürülen Musevi cennete gidebilir ama kendisi tevbe etmediği sürece ahirette cinayet işlemiş olmanın günahıyla cezalandırılır. Üstelik bu, öylesine dehşet verici sistemdir ki, böyle bir uydurmaya inananlar kolaylıkla "taş bana emir verdi" veya "ağaç bana haber verdi" gibi sahtekarlıklarla ortaya çıkabilir ve rahatlıkla katliam yapabilirler. Nedeni sorulduğunda, taştan gelen emri öne sürebilirler. Böylesine sahtekarca bir sistemde onları sorgulayabilen de olmayacaktır. Zaten sistemleri Kuran'a göre işlememektedir. Kendi sistemleri, öldürmeyi, aşağılamayı, bir kenara sıkıştırmayı mübah gören bir sistemdir. Oysa Allah Kuran'da onların bu sahtekarca sistemlerini aşağılamaktadır: 

Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz? Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz? Yoksa sizin apaçık olan bir deliliniz mi var? Eğer doğru söylüyorsanız, öyleyse getirin kitabınızı. (Saffat Suresi, 154-157)

Şimdi, Museviler ve Hristiyanlarla ilgili uydurulmuş olan bu hadislerin Kuran'la ve Peygamberimiz (sav)'in uygulamalarıyla nasıl yalanlandığını görelim: 

Kuran'da Kitap Ehli'ne Verilen Değer

Müslümanlar Kitap Ehli ile evlenebilirler, onların yemekleri Müslümanlara, Müslümanların yemeği onlara helaldir: 

Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. (Kendilerine) kitap verilenlerin (Musevi ve Hristiyanların) yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden (Musevi ve Hristiyanlardan) özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helal kılındı.) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide Suresi, 5)

Bu ayet, çok çeşitli ve önemli detaylarla Kitap Ehli'nin Müslümanlar için değerini anlatan bir ayettir. Bu ayetin hükmüne göre bir Müslüman erkeğe, Kitap Ehli'nden bayanlar ile evlenebilme yetkisi verilmiştir. Buradaki yetki önemli bir yetkidir, çünkü Kuran'ın "Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara; iyi ve temiz erkekler, iyi ve temiz kadınlara (yaraşır)..." (Nur Suresi, 26) emri gereği Müslümanlar temiz ve iyi insanlarla evlenmekle yükümlüdürler. Bu hüküm ile Musevi ve Hristiyanların temiz ve iyi insanlar olduklarının önemli bir işareti verilmiş olmaktadır. 

Bununla birlikte bu ayet ile belirtilen önemli bir ölçü vardır. Bir Müslüman, Musevi veya Hristiyan bayanı eşi olarak almakta, ona "karım, eşim, sevgilim" diye hitap etmekte, onunla bir aile kurmakta, bütün ömrünü onunla birlikte geçirmekte, hatta ahirette de sonsuz hayatını onunla birlikte geçirmeye niyetlenmektedir. Bu insan, bütün dünya hayatı boyunca tüm zorlukları, güzellikleri paylaştığı yegane insan haline gelmektedir. Hastalandığında ikisi birbirine bakmakta, ikisi birbirine güvenmektedir. 

Bağnazların ölçüsüne göre, bir insan "sevgilim" dediği, hayatını birlikte geçirdiği, kendi canını emanet ettiği, kendi çocuklarının annesi olan bir insana Hristiyan veya Musevi olduğu için aniden düşman kesilecek, onu lanetli mi ilan edecektir? Bütün hayatını onunla geçirdikten sonra günün birinde "şu ağaç bana haber verdi, karım bir Musevi ve onun arkasında saklanıyor" deyip onu katletmeye mi karar verecektir? Bir insan bunu ancak bir zihinsel bozukluğa sahipse yapabilir. Kuran'a uyan, aklı başında bir Müslüman için Musevi ve Hristiyana sevgi ölçüsü bu ayettedir. 

Ayette ayrıca Müslümanlara önemli bir yetki de verilmektedir: Kitap Ehli'nin yemeğinden yeme yetkisi. Bu önemli bir ölçüdür, çünkü bilindiği gibi Müslümanlar yiyecekleri yemeklerde belli haramlara dikkat etmek zorundadırlar; domuz eti ve Allah adına kesilmemiş bir hayvan eti Müslümanlar için haramdır. Musevi ve Hristiyanların yemeklerinin Müslümanlara helal kılınması, bu kişilerin güvenilir olduğunun bir güvencesidir. Aynı ölçü Musevi ve Hristiyanlar için de geçerlidir ve ayetin hükmüne göre Müslümanların yemekleri de onlara helal kılınmıştır. 

Burada ayrıca bir başka dostluk ifadesine de dikkat çekmek gerekir. Kitap Ehli ve Müslümanlar aynı yemek ortamında bir arada bulunabilmekte, birbirlerinin misafiri olabilmekte, aynı sofrada oturabilmekte, birbirlerini ağırlayabilmektedirler. Burada bir dost ilişkisinin tarifi yapılmaktadır. Kine, öldürmeye dayalı bir nefret ortamı değil, bir sevgi, dostluk ve kardeşlik ortamı tarif edilmektedir. 

Bu ayette geçen hükümler bir bağnazın asla yanaşmayacağı ve asla kabul etmeyeceği hükümlerdir. Kuran ile verilmiş bu ehliyet bağnazların dünyasında hem haram ve hem de dehşetli bir senaryodur. Kitap Ehli'nden bir insanla evlenilebileceği veya onun misafiri olarak onun sofrasından yemek yiyebileceği ihtimali bir bağnaza sorulsa, bunu öfkeyle reddedecektir. Açıktır ki bağnazların hükümleri Kuran'dan değildir çünkü hüküm koyucunun Kuran olduğunu kabul etmemektedirler. 

Kitap Ehli'nin konumunu anlatan sadece bu ayet değildir. Allah Kuran'da bir kısım Kitap Ehli'ni övmektedir. Konuyla ilgili ayetler şu şekildedir: 

Musa'nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır. (Araf Suresi, 159)

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Şüphesiz, Kitap Ehli'nden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)

Bu (Kur'an)dan önce, kitap verdiklerimiz buna inanmaktadırlar. Onlara okunduğu zaman: 
"Biz ona inandık, gerçekten o, Rabbimiz'den olan bir haktır, şüphesiz biz bundan önce de Müslümanlar idik" derler. (Kasas Suresi, 52- 53)

Ancak onlardan (Yahudilerden) ilimde derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar; işte bunlar, Biz bunlara büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa Suresi, 162)

Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)

Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah'a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Maide Suresi, 69)

...Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Hristiyanlarız" diyenleri bulursun. Bu, onlardan (birtakım) papaz ve rahiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Elçiye indirileni dinlediklerinde Hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz inandık; öyleyse bizi şahidlerle birlikte yaz. Hem Rabbimiz'in bizi salihler topluluğuna katmasını umarken ne diye Allah'a ve bize Hak'tan gelene inanmayalım?" Böylelikle Allah, dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların karşılığıdır. (Maide Suresi, 82-85)

Andolsun, Allah İsrailoğulları'ndan kesin söz (misak) almıştı. Onlardan on iki güvenilir- gözetleyici göndermiştik. Ve Allah onlara: "gerçekten Ben sizinle birlikteyim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, elçilerime inanır, onları savunup-desteklerseniz ve Allah'a güzel bir borç verirseniz, şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi gerçekten, altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse, cidden dümdüz bir yoldan sapmıştır." (Maide Suresi, 12)

Ayetlerde çok açıkça anlaşılabildiği gibi salih ve samimi olan Musevi ve Hristiyanlar, Kuran'da güzel sözlerle övülmekte ve Allah'tan bir mükafatla müjdelenmektedirler. Allah bu kişileri, cennetine alacağını belirtmektedir. Bu Allah'ın bu insanlara sevgi ifadesidir. Allah'ın sevdiği, cennetinde ağırladığı, razı olduğu bir insana, bir Müslüman nasıl düşman olabilir? Kuran'a göre olamaz. Kuran'a göre böyle bir düşmanlık suçtur. Dolayısıyla bağnazlar, Kuran ayetlerine rağmen sahte hadisleri kendilerine yol gösterici olarak alarak, Kitap Ehli düşmanlığını yayarak, İslam'a göre suç işlemektedirler.