19 Eylül 2015 Cumartesi

Gerçek huzur tevekküldedir

  

Aslında insanlar küçük yaşlarından itibaren hep birilerine güvenerek yaşamak isterler. Herşeylerini güvence altına almak zorunda hissederler kendilerini.

Çünkü insanın nefsinde her an başına kötü birşey gelme korkusu hakimdir. Ölene kadar da insan bu hisle boğuşur durur.

Ya en yakınındaki insanın sırtından vuracağından şüphe eder, ya malını kaybedeceğinden korku duyar, ya hastalanıp öleceği korkusunu yaşar. Ama nefis dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak sürekli güvensizlik, tedirginlik, endişe hisleriyle doludur.

Aile hayatında da, okul hayatında da, evlilik hayatında da, iş hayatında da sürekli bir çekişme, sürekli bir yarış, ve o yarışın gerektirdiği kirli ve can yakıcı bir rekabet ruhu yaşanıyor. İnsanlar rahat yaşamak istiyorlar, dostluk kurmak istiyorlar, birileriyle sevinçlerini, üzüntülerini paylaşmak istiyorlar. Ama bu samimiyeti yaşayacak bir zemin eksikliği var insanlar arasında. Güven duygusu gitgide zedelendiği, yara aldığı için insanlar artık farklı tedbirlerle kendilerini güvence altına almaya çalışıyorlar.

Hiçbirşeyin keyfini doyasıya yaşayamıyor insanlar; sadece insanlara değil, hayata yönelik güvensizliklerinden dolayı. Her an bir endişe hakim tüm hayatlarına.

Herhangi bir insanı ele alalım: Yıllarca çalışıyor, para kazanıyor, sonunda belki de on yıllardır hayalini kurduğu lüks bir ev satın alıyor. O ev satın aldığı ilk günden itibaren bir endişe yuvası haline geliyor. O evi korumak için evi alırken gösterdiği çabadan çok daha fazlasını sarfetmesi gerekiyor. Evin her yerine güvenlik kameraları yerleştiriliyor. Bahçenin dört tarafı dikenli tellerle, yüksek duvarlarla sarılıyor. O da yetmiyor, evin her köşesine alarm sistemi kuruluyor. O da yetmiyor bahçeye koruma köpeği alınıyor, kapının üstüne “Dikkat köpek var” yazılı tabelalar asılıyor. Ama o da yetmiyor...

Yıllarca uyumadan, dinlenmeden, belki de yemeden içmeden çalışıp satın aldığı evi birkaç on saniyelik bir depremle yerle bir olabilir. En ufak bir kıvılcım bütün evi bir anda küle dönüştürebilir. Bunları düşünmeye başladığında insanların gözüne uyku girmemeye başlıyor. O zaman sigorta şirketlerine başvuruyorlar. En azından bir hasar oluştuğunda onu telafi edeceğini düşünüp rahat etmek istiyor insanlar. Huzurlu, konforlu yaşamak için heves edip sevinç içinde satın alınan bir ev her an başına bişey gelip insanı başına iş açacak bir üzüntü konusu haline gelmeye başlıyor. İnsanlar başlarına her an ne geleceğini bilememenin tedirginliği içinde sürekli mallarını güvence altına almakla uğraşıyorlar.

Öyle ki evleneceği insanla bile artık evlilik antlaşması imzalamaya başladı insanlar. Olur da bir gün ayrılırlarsa, karşı tarafa malı geçmesin diye bir önlem olarak hazırlıyorlar bu antlaşmayı. Bir gün mutlaka o sevginin, aşkın, muhabbetin, dostluğun biteceği ihtimali üzerine alınan bir tedbir bu. “Hayatım, aşkım” diyeceği, bir ömür boyu aynı yastığa baş koymaya niyet ettiği, sırdaşı olacak bir insana dahi güvensizlikten kaynaklanan bir uygulama. Kendini garantiye alma, yarın bir gün dolandırılma riskini ortadan kaldırmaya yönelik bir güvenlik tedbiri adeta. Ama aynı zamanda insanların güvensizlikten ne kadar canlarının yandığını göstermesi açısından da çok anlamlı.

Sadece malı dert açmıyor insanın başına. Yaşı ilerledikçe bedenini de kendisinin koruması gerektiğini düşünüyor. Bedeninin içinde an an neler oluyor habersiz yaşıyor insanlar. Bunu düşünmek de çok sıkıntı veriyor insanlara. Her an kanser olabileceğini, sakat kalabileceğini düşündükçe insanların iyice ağızlarının tadı kaçıyor. Hemen gidiyorlar sağlıklarını da sigortalatıyorlar. Çünkü hastalanmayacaklarının hiçbir garantisi olmuyor. Mutlaka sağlığı için bir yere para ayırması gerekiyor. Bunun sıkıntısı da bütün bir ömür devam ediyor. Ölme korkusundan daha şiddetli bir sıkıntıya dönüşüyor sağlığa harcanacak paralar.

Yani insanlar aslında ruhen bir türlü huzuru bulamıyorlar hayatlarını sarmış olan güvensizliğin şiddetinden. Çözümü de başka yollarda arama hatasına düşüyorlar sıklıkla. Zannediyorlar ki malı güvende olunca huzur bulacak, sağlığı yerinde olunca mutlu olacak. Halbuki huzurun, mutluluğun asıl anahtarı Allah’a tevekkül etmektir. Allah’a dayanıp güvenmektir. İnsan herşeyin her an Allah’ın kontrolünde olduğunu düşündüğünde, bir yaprağın dahi Allah’ın izni olmaksızın düşemeyeceğini düşündüğünde, Allah’ın bir “Ol!” demesiyle her an her şeyi yaratmaya kadir olduğunu düşündüğünde ruhu huzurla dolar.

Hayatımızda karşılaştığımız olumlu ya da olumsuz bütün olayları en ince ayrıntısına kadar imtihan olmamız için Allah yaratır. Biz görebilsek de göremesek de her şerde bizler için hayırlar, güzellikler gizlidir. Bizim asıl koruyucumuz, velimiz Allah’tır. Evimizi koruyacak olan sigorta şirketi değildir, kapımızda havlayan köpek ya da kameralar değildir. Allah korur bizim evimizi. O önlemleri vesile eder. Bedenimizi koruyacak olan, hasta olduğumuzda bize şifa verecek olan Allah’tır yoksa sigorta şirketi veyahut doktorlar değildir. Sebeplere sarılıp tedbir alınması farzdır, ibadettir. Ama bütün tedbirleri alır sonra Allah’a tevekkül ederiz. Ondan sonra bir aksilik de olsa Allah’ın bunu bizi denemek için yarattığını düşünür sabrederiz. Çünkü Allah kaderde bizim için bir hayır dilediyse buna engel olacak olan yoktur. Bizim için bir zorluk dilediyse bunun da önüne geçebilecek olan yoktur. Allah’ın kaderde takdir ettiği neyse dünyanın bütün tedbirlerini de alsa bir kişi, mutlaka ve mutlaka gerçekleşir. Aksi mümkün değildir.

Malımız, canımız, sağlığımız, eşimiz, çocuğumuz herşeyimiz Allah’a aittir. Bunları bize nimet olarak veren Allah’tır, imtihan olarak bizden alacak olan da Allah’tır. Bu bilgiye sahip olmanın ve iman etmenin huzuru insanın ruhunu mutmain kılar, yoksa başka geçici önlemler değil. 

Nitekim Allah bir ayette şu şekilde bizlere bildirmektedir:

2/155- Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.

Dolayısıyla bizlere düşen herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu bilip Allah’a tam güvenmektir. İnsanın nefsindeki güvensizlik, tedirginlik, endişe hislerinin tek ilacı asıl Allah’a tevekkül etmektir.

Adnan Oktar'ın Arab News'de yayınlanan makalesi:

http://www.arabnews.com/islam-perspective/news/790836



Beynimizdeki küçücük sinema salonu





 Hayatımız bir film şeridi gibi. Bizler o film şeridinin her bir karesini vakti geldiğinde ancak yaşayınca görebiliyoruz. O film şeridi doğduğumuz andan, son nefesimizi verdiğimiz ana kadar yaşayacağımız milyonlarca olayla dolu. Her bir detay o film şeridinin içine sığdırılmış durumda. Unutmamamız gereken, asla ve asla o film şeridinin dışına çıkamayacak olmamız.

Sinemada seyrettiğimiz bir film gibi aslında. Filmin başı, sonu, filmde karşılaşacağımız her detay biz henüz o filmi seyretmeye başlamadan önce belli. Biz filmin henüz en başındaki sahneyi seyrederken, filmin en son sahnesinde ne göreceğimiz belli. Bilmiyor olmamız olayların gerçekleşmemiş ya da belirlenmemiş olduğunu bir delili değil.


Filmin en heyecanlı sahnesinde bir sonraki sahnede ne olacağını bilmediğimiz için nabzımızın hızlanması bir sonraki sahnenin belli olmamasından, ne olacağının sürpriz olmasından kaynaklanmıyor, bir sonraki sahne filmin senaryosu tamamlandığı anda belli. Ama biz o sahneyi bilmediğimiz için sanki olaylar o an kendiliğinden gelişecekmiş hissine kapıldığımız için heyecanlanıyoruz. İşte aslında hayatımız da sinemada seyrettiğimiz film gibi.


Tek fark her birimiz için ayrı ayrı o kişiye özel bir film var ve herkes kendi film şeridinde önceden belirlenmiş olayları yaşayabiliyor ancak. Öncemiz, sonramız ve şu anımız hepsi o film şeridinin içinde. Nasıl ki bir film tamamlanıp gösterime girdikten sonra bizler o filmdeki karakterleri, konuların gidişatını, filmin sonunu değiştiremeyiz, kendi hayatımızla ilgili de en ufak bir değişiklik yapma gücüne, kudretine, imkanına sahip değiliz, hem de hiçbirimiz.


Ve her birimiz kendimize ait filmimizi, sanki sinemada seyreder gibi kendimize ait kapkaranlık bir odanın içinde seyrediyoruz. O odanın dışına ise hayatımız boyunca asla ve asla çıkamıyoruz.


Sinema salonundan farkımız, biz filmimizi kocaman bir odada değil aksine beynimizin arka kısmında sadece birkaç milimetre küplük bir et parçasının içinde seyrediyoruz. Bu ne bir yorum, ne bir inanç şekli ne de felsefi bir görüş. Tamamen bilimsel bir gerçek. Dünya üzerinde şu ana kadar yaşamış olan her insan dış dünyayı sadece ve sadece beyninin arka kısmındaki küçücük bir görme merkezinin içinde seyrediyor. Görüyorum, duyuyorum, dokunuyorum, hissediyorum dediğimiz her şey ise tek tek beynimizin içinde gerçekleşiyor. Ama asıl şaşırtıcı olan, beynimizde, ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler var. Çünkü beynimizdeki milimetre küplük sinema salonumuz sese, ışığa geçirgen değil. Yani beynimizin içi kapkaranlıktır, mutlak sessizlik hakimdir beynimizin içine. Beynimizde bulabileceğimiz tek şey ise elektrik sinyalleridir.


Mapping The Mind isimli kitabında bilim yazarı Rita Carter, dünyayı nasıl algıladığımızı şöyle açıklamaktadır:


Her bir duyu organı kendine uygun uyarıya cevap verecek şekilde yaratılmıştır. Bu uyarılar ise, moleküller, dalgalar veya titreşimler şeklindedir. Tüm bu çeşitliliklerine rağmen duyu organları temelde aynı görevi görürler: kendilerine özgü uyarıları elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bir uyarı ise sadece bir uyarıdır. Kırmızı renk değildir, veya Beethoven'ın Beşinci Senfonisinin ilk notası değildir - sadece bir elektrik enerjisidir. Aslında, bir duyuyu diğerlerinden farklı hale getirmek yerine, duyu organları hepsini benzer hale, yani elektrik sinyallerine dönüştürürler.


Nasıl ki sinema salonunda izlediğimiz film bir projeksiyon aletinden yansıtılarak sinema perdesinde oluşuyorsa, muhatap olduğumuz görüntüler de foton olarak gözümüze yansıtılıyor ve gözümüz, kulağımız, derimiz bu ışınları elektrik sinyaline çevirerek beynimizdeki ilgili merkezlere yolluyor. Dolayısıyla bizler sadece beynimizin içinde bize gösterilen, duyurulan, hissettirilen olaylarla muhatap olabiliyoruz. Aslında bir nevi beynimizdeki o minicik sinema salonuna ve o salonda izlediğimiz filme bağımlı halde yaşıyoruz. Asla o odadan dışarı çıkamıyoruz ve o filmin de dışına çıkamıyoruz. Adeta o filmin içine hapsolmuş durumdayız. Ve filmin senaryosunda önceden yazılan ne varsa, onu yaşamak dışında başka hiçbir alternatif bizim için söz konusu olamaz. Hangi gün doğacağımız, hangi gün, hangi saat, hangi saniye öleceğimiz, hangi okula gideceğimiz, hangi üniversiteyi kazanacağımız, kaç tane çocuğumuzun olacağı, hangi hastalıklarımızın olacağı hepsi o film şeridinde belli. İşte o film şeridini, yani kaderimizi belirleyen Rabbimiz Kuran’da da bu gerçeği bizlere bildirir:


“Hiç şüphesiz, biz her şeyi kader ile yarattık.” (Kamer Suresi, 49)


Madem herşey kaderimizde, madem herşeyi Rabbimiz biz daha doğmadan önce en ince ayrıntısına kadar belirlemiş ve hepsini bir hayır üzerine yaratıyor, o zaman bize düşen sorumluluk, kaderimizi yaşadığımızın her an şuurunda olup Rabbimiz’den tam razı olmamız.

İstediğimiz kadar önlem alalım, kaderimizde yazılı olan bir kazayı asla önleyemeyiz, bunu unutmayalım...

İstediğimiz kadar çalışalım, kaderimizde takdir edilmiş okul dışında daha iyi bir okulu asla kazanamayız...


İstediğimiz kadar spor yapalım, kaderimizde Allah’ın nasip ettiğinden daha uzun boylu bir insan asla olamayız...


İstediğimiz kadar gayret edelim, kaderimizde belirlenen dışında bir başarıya asla imza atamayız....


Gayret etmemiz, çalışmamız, tedbir almamız bunların hepsini yapmamız ibadettir ve farzdır. Ama bütün bunlar, sonucunda karşılaşacağımız olayları asla değiştirme gücüne sahip değildir.


Dolayısıyla beynimizin içindeki o mercimek tanesi büyüklüğündeki kapkaranlık, ıpıssız, sessiz sinema salonunda kendi filmimizi izlerken tek yapmamız gereken filmin sonunun belli olduğunu düşünüp çok tevekküllü olmak, musibetlere üzülmemek, nimetler karşısında şımarmamak, Rabbimiz’i çok sevip onun yarattığı herşeyden razı olmaktır. Çünkü aksi hem Kuran’a göre haramdır, hem de sonucu değiştirmeyecektir. 


Bu gerçeği Rabbimiz Kuran’da bizlere şu şekilde haber vermektedir:


57/22- Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.


57/23- Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.




1 Eylül 2015 Salı

Allah (cc)'a İhlasla Bağlanmak




Kuran'a göre ne çok çalışmak, ne çok yorulmak, ne de insanlardan saygı ve sevgi görmek tek başına bir üstünlük nedeni değildir. İnsanları Allah (cc) Katında üstün kılan özellikler, imanları, Allah (cc)`ın rızasını kazanmak için yaptıkları salih ameller ve tüm bu amelleri yaparken kalplerinde taşıdıkları niyetleridir. Allah (cc) bu gerçeği Kuran'da şöyle açıklamıştır:

Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver. (Hac Suresi, 37)


Ayette Allah (cc)`ın rızası doğrultusunda bir faaliyette bulunan kişinin yaptığını Allah (cc) Katında değerli kılanın, bu kişinin takvası, yani Allah (cc) korkusu olduğu bildirilmektedir. Eğer yaptıklarını gerçekte Allah (cc) rızası için yapmıyorsa, bu durumda gösterdiği çabanın Allah (cc) Katında bir değeri yoktur. Önemli olan insanın bir salih amelde ya da bir ibadette bulunurken bunu salih bir niyetle yapması ve Allah (cc)'a karşı samimi olmasıdır. Dolayısıyla kişiye Allah (cc) Katında değer kazandıran sadece yaptığı iyilikler, yerine getirdiği ibadetler, gösterdiği tavırlar, söylediği güzel sözler değildir. Elbette ki tüm bunlar her Müslümanın hayatı boyunca yapması gereken salih davranışlardır ve her birinin hesap gününde güzel bir karşılığı olacağı umulmaktadır. Ancak asıl önemli olan kişinin tüm bunları yaparken Allah (cc)'a karşı ne kadar samimi ve ihlaslı olduğudur.


İhlas, "insanın yaptığı işleri, hiçbir menfaat gözetmeksizin, başka hiçbir beklenti içerisine girmeksizin sadece Allah (cc) emrettiği için yapması"dır. İhlas sahibi bir insan yaptığı her işte, attığı her adımda, söylediği her sözde, ibadetinde ya da günlük hayatında gönülden Allah (cc)'a yönelir ve katıksız olarak Rabbimiz'in rızasını hedefler. İşte bu da ona güçlü bir iman kazandırır ve onu 'takva' sahibi bir insan haline getirir. Allah (cc) Katındaki asıl üstünlük ölçüsünün takva olduğu Kuran`da şöyle bildirilmektedir:


... Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)


Kuran'ın pek çok ayetinde "sadece Allah (cc)'ın rızası gözetilerek" yapılan salih amelin önemi hatırlatılmaktadır. Kuran'da ayrıca, hayatlarının sonuna kadar çalışmış, çaba harcamış olup da yaptıkları boşa gitmiş insanların durumu da haber verilmektedir. "O gün, öyle yüzler vardır ki, 'zillet içinde aşağılanmıştır.' Çalışmış, boşuna yorulmuştur." (Gaşiye Suresi, 2-3) ayetleri, tüm insanları böyle bir tehlikeye karşı uyarmaktadır. Bu da bize insanların ahirette iki farklı durumla karşılaşabileceğini göstermektedir: Hayatları boyunca görünüşte neredeyse birbirleriyle aynı işleri yapan, aynı çabayı harcayıp, aynı azmi gösteren iki insan sırf niyetlerindeki farklılık nedeniyle ahirette farklı karşılıklar alabilirler. Hesap gününde ihlas sahipleri cennetle müjdelenirken, hayatları boyunca aynı işleri yaptıkları halde ihlası gözetmeyenler ise cehennem azabıyla karşılık görürler.


Allah (cc), "Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar mü'minlerle beraberdirler. Allah mü'minlere büyük bir ecir verecektir." (Nisa Suresi, 146) ayetiyle müminlere, dini; 'Allah (cc)'a sımsıkı sarılan ve dinlerini katıksız olarak Allah (cc) için halis kılan' kimseler olarak yaşamalarını emretmiştir. Bir kimsenin Allah (cc)'a sımsıkı sarılması, Allah (cc)'tan başka bir İlah olmadığını bilerek, hayatını yalnızca Rabbimiz'i razı etmeye adaması ve her ne olursa olsun Allah (cc)'a olan sadakatinden vazgeçmemesidir. Allah (cc) Kuran'da "... Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdoğru olan bir yola iletilmiştir." (Al-i İmran Suresi, 101) şeklinde buyurur.


İman eden bir kişi Allah (cc)'tan başka hiç kimsenin rızasını gözetme çabasında değildir. Kalplerin Allah (cc)'ın takdirinde olduğunu, Allah (cc) dilediği takdirde tüm insanların kendisinden razı olacağını bilir. Üstelik insan dünya hayatında ne kadar takdir, övgü ya da iltifat görürse görsün, sonsuz ahiret hayatında bunların ona hiçbir şey kazandırmayacağının da bilincindedir. Ahirette her insan tek başına Rabbimiz'in huzurunda hesap verecek ve tüm yapıp ettikleri önüne getirilecektir. O gün asıl olarak, kişinin imanı, takvası, samimiyeti ve teslimiyeti önemli olacaktır. Nitekim Peygamberimiz de "Amellerinizi Allah (cc) için halis kılınız. Zira Allah Teala (cc) ancak kendisi için ihlasla yapılan ameli kabul eder." şeklindeki sözleriyle iman edenlere ihlasın önemini hatırlatmıştır.